Osmanlı'da Cinsellik Bölüm 2


Bölüm 2

"Nice âfet-i devrân ve yürek dağlayan kızlar..."

Harem...

600 yıllık büyük bir imparatorluğun, Osmanlı toplumunu yakından tanımaya çalışan batılıları her dönem cezbetmiş olan Osmanlı Haremi, geçmişi ile bağlarını yeniden kurmaya çalışan günümüz Türkiyesi insanının da "gerçek yönleriyle" ilgisini çekmeye başlamıştır.. Harem, en güzel kızlar arasından seçilerek saraya getirilen binlerce cariyenin bir arada bulunduğu mekâna verilen addır.. Aralarından bazıları, şanslarını ya da olanaklarını doğru yönde kullanarak padişaha çocuk doğurup Hanım Sultan olmuş, ya da dünyaya getirdikleri şehzade tahta çıktığında Valide Sultan olarak zaman zaman devlet idaresini ellerine geçirmişlerdi. Ancak, bir zamanlar Topkapı Sarayı cariyeler koğuşu kapısının iç tarafına asılmış olan Arapça bir kitabe, cariyelerin kaderinin her zaman iç açıcı olmadığını bize gösterir: "Ey kapıları açan Tanrı, bize de kapıları aç!..."

Batılıların aklına "Osmanlılar" denince hemen "Harem" gelir. Çünkü eskiden beri batılı yazarlar "Harem" konusunda olmadık öyküler kurgulamışlardır. Bunların bir bölümünün tümüyle uydurma olduğu biliyoruz artık. Ama içlerinde öyle ilginç olanları vardır ki, Saray Arşivi'nde yapılan araştırmalar bunların doğrulu­ğunu kanıtlayan belgeleri ortaya koy­dukça, Osmanlıların gerçekten bir "Harem" yaratmış olduklarını anlıyoruz.

Osmanlı Sarayı hakkında çok sayıda araştırma türünden yapıt yayınlanmışsa da, Haremle ilgili ayrıntılı bir bilgi edinmek çok zordur. Çünkü haremle ilgili konular, esas olarak Osmanlı Hanedanı'nın özel yaşamına aittir. Günümüzde aile içinde cinsel yaşamın ne denli gizlendiği göz önünde tutulursa, eskiden Sultanların da ben­zeri bir tutum içinde olmaları son derece doğal karşılanabilmektedir. Ama, eski saray tarihçilerinin notlarından padi­şahların fermanlarına, şehzadelerin anı­larından sultanların mektuplarına kadar tüm belgeler incelendiğinde, ara­lara sıkışıp kalmış gerçek olayların ışı­ğında Harem'in o loş ve cinsellik kokan odalarının nasıl aydınlandığını görünce, bu ilginç yaşam biçimini sizlere de tanıtmayı görev bildik.

*

Harem, girilmesi yasak yer anlamına gelir. Genellikle, ev reisinin kadınları, cariyeleri ve çocuklarıyla yaşadığı yer demektir. Osmanlı sara­yındaki haremin reisi de tahtta oturan padişahtı. "Türkiye İk­tisat Tarihi" adlı yapıtında Niyazi Berkes padişahları şöyle tanıtıyor:

"... Ne meslekleri vardı, ne de aileleri. Anaları meçhul kişilerdi. Bunların doğuş ve yükseliş döneminde şehzadelikleri sırasında önemli bölgelerin bir çeşit valiliğini yaptıkları halde, sonraları tahta geçinceye kadar ahıra konmuş besili atlar gibi, ya da kafese konmuş kuşlar gibi dünyadan ayrı bir hayat yaşarlar(kafes usulü), sadece hizmetlerine verilmiş kuvvetlerle, ulema ile, dalkavuklarla ve bugünkü deyimiyle metresleriyle temas ederlerdi."

İçine girilmesi yasaklanan bu yerin tek efendisi olan padişah da her erkek gibi kadınlarla ilişki kurmuştur. Ama, tümüyle tek bir erkeğin cinsel yaşamına mutluluk katmak için en az 400-500 kadının özenle seçilerek kapatıldığı yer eğer bir "yasak şehir" durumuna gelip bütün dünya ile ilgisini keserse, içerde olan biten hakkında herkesde merak uyandırması doğaldır.

Tarihçi B. Miller'in "Beyond the Sublime Porte" adlı Harem ile ilgili eserinde, bu merakın padişah tarafından pek iyi karşılanmadığını görüyoruz: Eskiden, İstanbul'daki Venedik Elçili­ğinde çevirmen olarak çalışan Signor Grellot adında biri de merakını yenemeyip Beyoğlu'ndaki evinin çatısına bir teleskop yerleştirmiş. Fırsat buldukça teleskopun başına geçer ve heyecan içinde Harem dairesini gözetlermiş:) Fakat, hükümet memurları bu durumun farkına varmışlar ve bir gün Signor Grellot yine teleskopunun başına tüne­miş Harem'i seyrederken, adamı suç ale­tiyle birlikte yakalamışlar. Padişah da hemen idam edilmesini emretmiş bu meraklının..

*

Özellikle batılıların harem yaşamına ilgi duymasının nedeni, doğu ülkelerine giden gezginlerin anlattıkları şaşırtıcı öykülere dayanır. Harem yalnız Osmanlı İmparatorluğu'nda görülen bir saray düzeni değildir. Hindistan'da "Perde" veya "Zenane", İran'da "Enderun", Arabistan'da "Harem" adı altında aynı düzenin var olduğunu biliyoruz. Osmanlı, saraylarına da İran ve Bizans haremini örnek almıştır. Esasen, haremin asıl adı "Darüssaade", yani "mutluluk evi"dir. Ancak, "Harem" deyimi daha yaygın olarak kullanılmıştır.

Harem yaşamının gizli ve kapaklı kalması, öncelikle saray kadınlarının dış dünya ile ilişki kurmaması kuralına bağlıdır. Padişahlar, kendileri için seçilmiş bu kadınları kimseye göstermezlerdi. 2. Mahmud zamanına kadar çarşaf ve ferace de takmadıklarından, harem kadınlarının toplu olarak saray dışına çıkma özgürlükleri bile yoktu.

Kadınların yabancı erkeklerden gizlenmesine bir örnek olarak, Fuad Carım "Kanuni Devrinde İstanbul" adlı eserinde, hastalanan bir sultanın hekimle karşılaşmasını şöyle anlatır:

Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan hastalanınca, esir bir İspanyol doktoru tedavi için getirmişler. Doktor, sultanın nabzını yoklamak için kocası Rüstem Paşa'yı güç bela ikna edebilmiştir. Mihrimah Sultan'ın yatak odasına girmişler. Doktor yatağın kenarına gel­diğinde, çarşaf yığınının arasından çık­mış bir koldan başka bir şey görememiş. Doktor nabzı ölçüp diğer kolu da tut­mak isteyince, Rüstem Paşa'nın sabrı taşmış ve sinirlenip doktoru yakasından tuttuğu gibi kapı dışarı atmış.

Harem kadınlarının kapalılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde bile geçerliliğini korumaktaydı. 1. Dünya Savaşı'nın sonunda, İstanbul'da Bulgar Kralı Boris ve eşi onuruna verilen ziyafette, Sultan Mehmed Reşad'a da bir kadı­nın eşlik etmesi gerektiği hatırlatılmış. Sultan Reşad önce karşı koymuş, ama içinde bulunduğu 20. yüzyılın gerekle­rine uymak zorunda olduğunu anla­yınca, başkadını olan Kâmures Kadın'ı yanına almış. Son derece şişman olan bu hanım da ziyafet boyunca hiç konuşmadan oturup devamlı yemek yemiş.

Topkapı Sarayı'nın yapımına kadar geçen devrede, aynı gizlilik önce Bursa'daki Saray'da, daha sonra da Edirne ve Tunca'daki saraylarda da geçerliydi. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u alınca, önce bugünkü üniversitenin merkez binasının bulunduğu yere yeni bir saray yaptırdı. Sonra da Topkapı Sarayı inşa edildi.

*

Edirne'deki Cihannüma Kasrı'nın en gözde kişisi, Yıldı­rım Bayezid'in başkadını olan Olivera Despina'dır. Padişah Kosova Meydan Savaşı'nı kazanınca, Sırp Kralı 1. Lazar'ın kızı Despina ile evlenmiş. Osmanlı tarihçileri bu kadının başvezir Çandarlı Ali Paşa ile birlikte, padişahı içkiye ve kızlı oğlanlı zevk âlemlerine alıştırdığını söylemektedirler. A. K. Meram, "Padişah Anaları" adlı yapıtında Bayezid'in haremini şöyle anlatır:

"... Bütün bu yabancı kanlı Hıristiyan kız ve oğlanlar Yıldırım'ın 'zevk ve sefa' karargâhı durumuna getirdiği sarayını dolduran kız ve oğlan cariyelerinin sadece küçük bir bölümüydü. Çağın Osmanlı anlatımı ve diliyle, 'daha nice afet-i devran ve yürek dağlayan kız ve oğlanlar' vardı sarayda..."

Yıldırım Bayezid, Ankara Mey­dan Savaşı'nda Timur'a yenilince, Despina iki kızıyla birlikte esir alınmış. Timur, Kütahya'da bu kadını bir sâki gibi kullanarak Bayezid'i herkesin gözü önünde küçük düşürmüştür. Osmanlı padişahları da bu olaydan sonra nikâhla kadın almaktan vazgeçmişler.

Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u aldıktan sonra, yıkılan Bizans İmparatorluğu'nun saray geleneklerinden çoğu Osmanlılarca benimsenmiştir. Fatih'in yaptırdığı, bugünkü Üniversite'nin bulunduğu yerdeki Saray, 3. Murad'ın kadınlarını Topkapı Sarayı'na taşımasına kadar bir yüzyıl kadar kullanılmıştır. Bu tarihten sonra, "Eski Saray" adıyla anılan Fatih'in ilk yaptırdığı saray, cariyelerin ve kadınla­rın sürgün edilip hapis yaşamı sürdürdüğü bir yer olarak ününü korumuştur

Eski Saray'daki harem bölümü 3. Murad'ın çok düşkün olduğu kadınlarına dar geldiğinden dolayı, padişah bu cariyeler ordusuna daha geniş bir yer bulmak için, Mimar Sinan'a Topkapı Sarayı'nın Harem bölümünü yaptırmıştır.

Kocalarının ve oğullarının saltanat sürdüğü yıllarda yaşamın zevkini doyasıya çıkaran kadınlar, padişahın ölümü veya tahttan indirilmesiyle bütün ayrıcalıklarından yoksun kalarak harem dairesinden çıkarılırdı. Bunların çoğu "Eski Saray"a gönderilerek, ölünceye kadar orada hapis hayatı yaşarlardı. Bu yüzden, Eski Saray'a "Gözyaşı Sarayı" adı da verilmiştir.

*

Topkapı Sarayı'nın "Enderûn" denilen bölümü içindeki dörtyüze yakın odalı "Harem dairesi"nin orta­sında hükümdarın yatak odası bulunur. Çağatay Uluçay'a göre, "Hükümdarlar bu yatak odalarında Harem halkı ile cinsel ilişkilerini uygularlardı." Ancak, geçmişe baktığımızda, padişahların bu tür ilişkilerini daha çok saray hamamında çıplak cariyeleri kovalayarak sürdürdüklerini görmekteyiz.

Padişahın yatak odasının yanında da Valide Sultan'ın odası bulunur, bunların çevresinde cariyelerin, kadınefendilerin ve şehzadelerin daireleri bulunurdu. Oldukça büyük bir ailesi bulunan padi­şahın bu "Mutluluk Evi"nde gece oldu mu, karanlık koridorlarda pıtır pıtır koşuşturan cariyelerin kendilerini coş­kuyla bekleyen birisinin odasına dalmasıyla harem yaşamı kapalı kapılar ardında devam ederdi. Bu odaların çev­resinde de haremağalarının yaşadıkları yerler vardı. Haremağaları, içerdeki "mutluluğun" engellenmemesi için devamlı olarak nöbet tutarlardı.

Gece vakti haremağalarının haremde dolaşmaları yasaktı. Çünkü, hadım edilmiş olsalar bile, yine de erkek sayılırlardı. İçerdeki yüzlerce cariye ile bunların ilişki kurmalarına gecenin karanlığında her birinin peşine bir hafiye takarak engel olunamayacağından dolayı, haremağaları akşam olunca kapı dışarı edilirlerdi. İç kısmın düzeni de geceleri "haznedar ustalar" tarafından sağlanırdı.

Harem'in gece yaşamı, 2. Süleyman zamanında değişik bir görünüm kazanmıştı. Bu padişah 49 yaşında tahta geçtiğinde hastalıklı olduğundan kadınlarla ilişkide bulunamazmış. Son devirlerinde büsbütün yatalak olup bedeni de şiştiğinden haremini tümüyle unutmuş, Edirne'deki saraya gitmiş. Cariyeler, zaten çocuk yapamaz durumdaki bu padişahın bir de başka saraya gittiğini öğrenince, haremağalarıyla olan ilişkilerini büsbütün hızlan­dırmışlar. Ama, 2. Ahmed padişah olunca bu rezalete bir son vermek için haremağalarının akşamdan sonra hareme girmelerini kesinlikle yasaklamıştır. Bunun üzerine düzenlenen kurnazlık olayını Silahtar Tarihi'nin 2. bölümünden okuyalım:

"Padişah hazretlerinin bu fermanı hem haremağalarını hem de onlarla cinsel ilişki kurmaya alışkın cariyeleri çok üzdü. Bir süre geceleri yalnız kalmanın sıkıntısına katlandılar. Ama, azgınlıkları artınca kendi aralarında bir sözbirliği yapıp anlaştılar. Akşam vakti hava kararınca cariyeler ortaya çıkıp "koca gördük!" diye bağırıştılar, sanki gerçek­ten hareme bir erkek girmişcesine ortalığı ayağa kaldırdılar. Bunu fırsat bilen haremağaları da yalınkılıç bekledikleri harem kapısından içeriye doluştular. Hasbahçede cariyelerle buluştular, o telaş içinde sevdikleriyle karanlık bir yere çekildiler, rezilliklerine devam ettiler..."

*

Cariyeler, harem içinde efendilerinin her türlü isteklerini yerine getirmekle yükümlü kölelerdi. İslam Hukuku'na göre Padişah istediği kadar köle alabilir, onları dilediğince kullanabilir, istemediğini satabilir veya birine verebilirdi. Cinsel ilişkide kullanılan cariyeye "odalık" denirdi.

Cariyeler, ilk zamanlarda savaş ganimeti olarak alınırdı. Genişleme zamanında ise, devamlı olarak ele geçirilen ülkelerden toparlanıp getirilen küçük kızlar ve kadınlar sayıca çok olduğundan, padişahlar bunların güzellerini harem için saklamışlar, geriye kalanları da satmışlar ya da paşalara armağan olarak vermişlerdi. Bu arada, Çerkez, Gürcü ve Rus kızları harem için seçilenlerin başında gelirdi.

Kanuni Sultan Süleyman'ın ünlü Hürrem Sultan'ı da bir akın sırasında esir alınmış bir Rus papazının kızıydı. Miller'e göre, Makbul İbrahim Paşa bu kızı esirler arasından seçip padişaha yaranmak için huzura çıkarmıştı. Kanuni, bu Rus papazının kızını daha ilk gördüğü günün gecesi yatağına almış. Asıl adı Roxelana olan bu cilveli hatun, o sırada 14-17 yaşındaydı ve Kanuni de kendisinden on yaş büyüktü. Fakat, Hürrem aynı zamanda kurnaz bir kadındı. Daha ilk gününden hamile kaldı ve çocuğu doğurduktan sonra Kanuni'den özgürlüğünü istedi. Kanuni istediğini yerine getirince de, özgür bir kadın olarak şeriat yasalarına göre bir erkeğin koynuna girmesi günah olacağından, padişahın isteklerini yerine getirmez oldu. Zavallı padi­şah, deli gibi sevdiği Rus kızını başkasına kaptırmak istemiyordu elbette. Hürrem de, "ya beni nikâhlarsın ya da avucunu yalarsın" dercesine Kanuni'yi sıkıştırıyordu... Sonunda, bilindiği gibi her ikisi de dileklerine kavuştular...

Aslında, padişahlar 2. Bayezid'den sonra Türk kızlarıyla evlenmekten vazgeçip yabancı uyruklu cariyelerle ilişki kurdukları için nikâh yapmaktan kaçınmışlardı. Ancak, Hürrem bu geleneği hiçe saydıran ender kadınlardan biriydi. Sarhoşluğu ve çıkardığı rezaletlerle ün yapmış 2. Selim'in annesi olan Hürrem Sultan, kölelikten gelip "Valide Sultan"lığa yükseldikten sonra, başvezir yaptırdığı arkadaşı ve damadı Rüstem Paşa ile birlikte türlü entrikalar çevirmiş ve çok sayıda devlet adamını gözünü kırpmadan öldürtmüştü.

*

Haremdeki kadınlar arasında hiyerarşik bir düzen vardı. Saraya cariye olarak giren bir kız, padişahın yatağından geçtikten sonra "Odalık" olurdu. Daha sonra, eğer çocuk doğurursa "İkbal" ve "Kadın Efendi" derecelerine yükselirdi. İlk erkek çocuğu doğuran da "Başkadın" seçilirdi. Kanuni'nin Başkadını da Mahidevran adında enine boyuna, güzelce bir kadındı. Ancak, Hürrem saraya girdikten ve Kanuni'yi kendisine âşık ettikten sonra, Mahidevran Kadın kıskançlıktan bitkin bir duruma düşmüştü.

Mahidevran Kadın, yine bir gün Kadınlar Dairesi'nden geçerken içerde Hürrem Sultan'ı, yatağına uzanmış şuh kahkahalar atarken gördü. Mahidevran Kadın, bu duruma dayanamayıp kendini kaybedercesine Hürrem'in odasına bir hışımla daldı ve üstüne atıldığı gibi onu dövmeye, etlerini çimdiklemeye ve yüzünü tırmalamaya başladı. Cariyeler çığlıkları işitip odaya gelene kadar, Hürrem Sultan Mahidevran Kadından unutamayacağı bir dayak yemişti. Üstü başı yırtılan, saçları tutam tutam koparılan Hürrem'in eli yüzü kan içinde kalmıştı. Durumu Kanuni'ye bildirdiler, o da sevgilisini yanına çağırttı. Hürrem:

"Huzurlarına çıkacak yüzüm yok. Ne yapacak benim gibi perişanı... Saçlarım yoluk, yüzüm gözüm tırmık içinde. Nazarlarını rencide etmeyeyim!" diyerek nazlandı. Kanuni, Hürrem'in yanına geldi ve onun bu halini görünce Mahidevran Kadına söylemedik söz bırakmadı. Ardından da başkadını Mahidevran'ı saraydan sürdürdü.

Cariyelerin harem için satın alındığı devirlerde, Gümrük Emini bu işe bakardı. Alınan kölelerle ilgili bir makbuzda özellikleri şu şekilde belirtilmiştir: "Çerkez duhter (kız), tahminen 8 yaşında", "Abaza bakire, tahminen 10 yaşında", "Tahminen 5 yaşında Çerkez bakire", "Çerkez kadın 1", "Seyyibe (dul kadın) Çerkez, tahminen 15-16 yaşında", "Orta boylu Arap cariye", vb. Bu arada zenci kızlar da genellikle Kahire'den gelmekteydi.

Cariyeler üç sınıfa ayrılırdı: 1- Her türlü hizmeti görenler. 2- Satılmak için alınanlar. 3- Odalıklar. Bunların içinde en gözde olanları odalıklardı. Genellikle 5-7 yaşlarında saraya girerlerdi. Büyüdükçe güzelleri seçilir ve içlerinde zeki olanlara ud veya kanun çalması öğretilirdi. Görgü kurallarıyla birlikte, bir erkeğin ilgisini çekmek için gerekli bütün naz ve işve usulleri en ince ayrıntısına kadar bu kızlara öğretilirdi.

Hareme alınan cariyeler, önce ebe­ler ve "hastalar ustası" tarafından mua­yene edilirdi. Hastalıklı cariyeler hemen geri yollanırdı. Bu arada şunu da belirtmek yerinde olur ki, padişahlar hareme alınan her cariye ile cinsel ilişkide bulunmamışlardır.

Cariyeler de zaman zaman suç işlerlerdi. Padişahın yatağına gelmemek gibi büyük suçlar ölümle, küçük bir ayna çalmak gibi önemsizleri de bodrum katındaki hiçbir hava deliği olmayan küçük izbe odalara atılmakla cezalandırılırdı. Bazılarının da bilinmeyen suçlardan dolayı taşraya sürüldüklerini görmekteyiz. Ancak, bu sürülenlerin ne yaptıkları padişah fermanlarıyla gizli tutularak açığa vurulmamıştır.

Sarayın bodrum katındaki ışık almaz küflü odalarda, duvarlara yazılmış suskun feryatlar hâlâ oldukları yerde cariyelerin çığlıklarını heceleyip dururlar:

"İki yek guruşluk

Ayna kayboldu.

Bunda oturanı hırsız tuttu

Bu asrın âdemleri."

Cariyelere verilen adlar da ilginçtir: Her biri davranış ve görünümüne göre adlandırılırdı. Bu adlar genellikle Farsça olmuştur: Hoşnevâ (güzel sesli), Handerûy (güler yüzlü), Lâligül (gül dudaklı), Ebrûnigâr (kalem kaşlı), Şevkiyâr (coşkulu sevgili) gibi. Bu adlar herkes tarafından kolaylıkla bilins­in diye, ilk zamanlarda bir kâğıda yazılıp cariyenin göğsüne iliştirilmekteydi.

Cariyelerin sayısı her devirde değişik olmuştur. 1. Mahmud devrindeki ilk listede bunların 456 tane olduğu yazılıdır. Abdülmecid devrinde 688 tane olduğunu görüyoruz. Abdülaziz zamanında 809 olmuştur. 3. Murad devrinde 500, Avcı Mehmed devrinde 700'den fazla, ama Fatih ve Kanuni devirle­rinde ise 300'ü geçmediği belirtilmekte­dir. Bazı kaynaklar 3. Murad devrinde cariye sayısının 1100-1200 dolayında olduğunu bize göstermektedir.

*

Cariyelerin cinsel yaşamlarında şehzadeler de önemli bir yer tutardı. Fakat, şehzadelerin çocuk yapmaları yasak olduğu için, hamile kalan cariyeler türlü usullerle düşük yapmaya zorlanırlardı. 5. Murad, şehzadeliğinde kendisine sunulan ilk cariyeden şöyle söz eder:

"13-14 yaşlarındaydım. Bir gün marangozlukta meşgul oluyordum. Birdenbire bulunduğum odanın yanından bir kadın fistanının feşafeşini işittim. Ellerim durdu, kalbim daha çok çarpmaya başladı. Sonra, genç ve güzel bir Çerkez kızı gülerek içeriye girdi. Anlatılmaz bir utangaçlık ve şaşkınlık içindeydim. Benim utanmam üzerine kız gülerek elimdeki aleti aldı ve dedi ki, 'Efendim, bu işi bırakınız da beş on dakikalık şu fırsattan faydalanınız. Bu dakikada bizi hiç kimse dinleyemez. Ağanızın da bilgisi vardır!..."

Eskiden, gerdeğe girecek delikanlılarla genç kızlara yaşlılar tarafından cinsel ilişki biçimleri öğretilirdi. 2. Mustafa, kendisine Rifat Kadın olayında aracılık eden başvezirine yazdığı bir hattı hümayunda şöyle der:

"Benim vezirim, bizim Rifat Kadınla konuşacak ve kadınlık öğrete­cek kadın hangisiyse, onu iyice uyar ki şöyle desin: Öbürlerine bakma, (hünka­rın) yanından ayrılma, onun isteğini yap. Bu senin kocandır, ona sokul ve ayrılma. Gece gündüz avratçasına gereği gibi yap. Söylerken de yumuşak davran­masın. Bilirler, biz gösteriş yapma­yız."

Kaynak:
HALÛK AKÇAM

Ropörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan


Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl

Comments