Bölüm 4
Eşcinsellik
Bugün, dünyanın birçok ülkesinde "eşcinsellik" üzerine araştırmalar yapılmakta, bu konu enine boyuna tartışılmaktadır. Dünyanın her yerinde ve her zaman varlığını sürdürmüş olan ve hâlâ da sürdüren eşcinselliğin bizim tarihimizde hangi aşamalardan geçtiğini araştırdığımızda, atalarımızın dönem dönem bu konuyu bir ölçüde hoşgörüyle karşılayıp, güzel sanatlardan edebiyata kadar her alanda işlemiş olduklarını görmekteyiz. Günümüz toplumunda ise, aynı konu küfürler ve ciddiye alınmayan gençlik sorunları arasında bir yere sıkışmış kalmıştır. Ayrıca, Osmanlı dönemindeki eşcinsel ilişkiler üzerine, 60 yıllık Cumhuriyet tarihimizde ayrıntılı bir bilimsel incelemenin yayınlanmamış olduğunu da bu araştırmamız sırasında üzülerek tesbit ettik.
Sağlıklı bir toplumun - yalnız bedensel sağlığı yerinde insanlardan değil - aynı zamanda cinsel sorunlarını çözümlemiş bireylerden oluşacağı, cinsel sorunların çözümünün ise ancak bunları tarihi gelişimleri içinde kavramakla mümkün olacağı inancıyla, Osmanlı toplumundaki "cinsel yaşamda sapmalar" konusuna eğiliyor ve geçen bölümdeki"Harem" gezimizden sonra, dizimizin bu bölümünde eşcinsellik konusunda geçmişten yankılanan seslere kulak vermeye çalışıyoruz.
Aynı dönem Hıristiyan Avrupası ile kıyaslandığında, cinsel açıdan çok daha sağlıklı bir yapıya sahip olduğu izlenen bir toplumun bugününü anlamak için, geçmişi üzerine köklü araştırmalara gerek olduğu düşüncesindeyiz. Dördüncüsünü yayınladığımız araştırma dizisi ile, bu yolda küçük fakat önemli bir adım attığımıza inanıyoruz.
*
Dört ciltlik "Künh-ül Ahbar" adlı tarih kitabıyla ün yapmış Gelibolulu Mustafa Ali Bey, "Divân"ında 16. yüzyıldan şöyle sesleniyor bize:
"Zenne rağbet eder mi âkil olan,
Tab-ı Ali civâne maildir."
"Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Ali'nin yaradılışında delikanlı gence yöneliş vardır" diye kendisini örnek göstererek öğütler veren bu bilim adamına, 17. yüzyıldan Hıfzı'nın da şu ilginç deyişiyle eşlik etmesi bir cinsellik anlayışını bize yansıtmaktadır:
"Zenne meyl eylemeyen,
kaht-ı recûl olsa bile!"
"Hiç erkek kalmasa bile kadına gönül veremem!" Divan Edebiyatı'mızın sembolizmine ışık tutmak amacıyla, bir ozanımız da yüzyıllar öncesinden kadınlara karşı olan genel tutumu şöyle özetlemiş:
"Şairiz şeyn verir şanımıza,
Giremez fâhişe divânımıza."
Aralarına cinsel ilişkide kadın girince ününe leke sürülen bu ozanların kadınlara güvenemediklerini görüyoruz. Fatih'in hocası Akşemseddin'in oğlu Hamdullah Hamdi'nin:
"Er isen avrete inanma âhi,
Avret al etti enbiyaya dahi"
"Erkeksen kadına inanma arkadaş. Kadın, peygamberlere bile hile yaptı" şeklindeki bu deyişinin özünde de aynı şüphe vardır. Bu örnekleri çoğaltmak kolay, ama bir toplumda kadına karşı böylesine ters duyguların rağbet görmesini anlamak oldukça zordur.
15. yüzyılda, 2. Murad'ın emri üzerine Mercimek Ahmed'in Farsça'dan çevirdiği Keykâvus'un "Kâbusname"sinde kadınlar hakkında daha değişik açıklamalar vardır:
"... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın. Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam."
2. Murad önce bu anlatımdan bir sonuç çıkaramamış ve çevirinin kötü olduğuna karar verip İlyasoğlu Mercimek Ahmed'e metni çok dikkatli çevirmesini öğütlemiş. Sonuç yine aynı: Yazın kadınlara, kışın da oğlanlara meyledilecek. Çünkü, sıcak-soğuk sorunu var. Fakat, hamamların oldukça sıcak olmasına rağmen, oğlanlarla hamam sefası yapmaya bayılan şairlerimizin azıtıp azıtmadıkları pek belli olmuyor.
"Sen kaplucanın zevkine bak, var mı nazîre
Götgâh temaşasına gel sen, havz-ı kebîre."
diyerek coşan Haşmet'in çağrısına koşanlardan Enderunlu Fâzıl, gördüğünü şöyle anlatıyor:
"Ol şehin ru-tab iken gördüm beğendim bir yerin,
Mu-miyanından öte zanudan-ü pa'dan beri."
Parlak yüzlü gencin ince belinin arkasında, dizinden yukarıdaki kısmını beğenmiş olan Fâzıl'ın hamamda gördüğü bir başka olayı tasviri de şöyle:
"Ahmed ağa ki anın kameti bala (boyu uzun) amma,
Vericek vasla rıza (birleşmek isterken) geh uzanur geh kısalur."
Ahmet Ağa'nın hamamda ne yaptığını ayrıca açıklamaya gerek kalmamakta...
Eskilerin hamamla ilgili bir deyişi vardır: "Arife gecesi hamama gidilmez, yoksa Bedevi Topuna girersin!" M. Zeki Pakalın, "Osmanlı Tarih Deyimleri" adlı kitabında "Bedevi Topu"nu şöyle anlatır:
"Bedevi ayinleri yalın ayak, başı açık, belden kuşakla sıkılmış bir entariyle soyunuk yapılırdı. Zikrin en ateşli sıralarında birbirlerine sarılarak ortalığı sarsan bir heyecanla yaptıkları ayin için Bedevi Topu denir. Top haline geldiklerinde, birbirlerine arkadan ve belden sarılırlardı. Olgun çağlardaki dervişler, taze genç dervişlere sarılırlar, en güzel delikanlıları da topun ortasına geçirirlerdi. Mecâzi aşk adı altında, avami aşkın ilişki yoluna pervasızca saptıklarını söyleyenler vardır."
Hay-huy arasında zikredenlerin, tekkelerde "ayin yapıyoruz" bahanesiyle çırılçıplak soyunup birbirlerinin arkasına geçmelerinin, kuşkusuz ne dinle ne de imanla bir ilişkisi vardır.
*
Osmanlı padişahları, özellikle devletin genişleme devrinde, İran'a sefere gidişlerinde hep bir yenilik bularak dönmüşlerdir. Evliya Çelebi, "Seyahatname"sinin 1. cildinde, 4. Murad'ın İran seferinde Revan Kalesi'ni ele geçirirken, aynı zamanda ilerde kendisine oğlancılık konusunda büyük zevkler tattıracak bir Acem de bulmuş olduğunu yazmaktadır. Bu ünlü kale kumandanı, daha sonra Padişah'ın en gözde adamları arasında sayılan Emirgûneoğlu Yusuf Paşa adını alan bir eşcinseldir.
Padişah, bu adama olmadık bağışlarda bulunmuştur. Boğaziçi'ndeki şimdiki Emirgan semtine adını veren Emirgûneoğlu'nun, zamanında koruluk olan bu bölgede yaptırdığı konağında İstanbul'un en hararetli âlemleri düzenlenmiştir. 4. Murad yanına Musa Çelebi, Silahtar Mustafa Paşa gibi azılı eşcinselleri de alarak Emirgûneoğlu'nun konağında oğlanlarla birlikte sabaha kadar oturak âlemleri düzenlermiş. Evliya Çelebi, Emirgûneoğlu Yusuf Paşa'nın oğlancılık sanatında ender becerilere sahip bir adam olduğunu belirtmektedir.
Oğlanlardan söz ederken, saray teşkilatında önemli bir yeri olan "içoğlanı"nı da tanımak lazımdır. Yıldırım Bayezid zamanında, Padişah'a Hıristiyan oğlanlar bulup içki âlemleri düzenleyen Olivera Despina'nın devrinde, içoğlanı denilen bir sınıf türemiştir. Avrupa seferlerinde, savaşlarda ele geçirilen yabancı çocuklardan en güzelleri seçilerek padişahın "özel hizmeti" için hazırlanırdı. On sene haremağalarının denetiminde yetiştirilen bu oğlanlar, dikiş dikmek, yama yamamak, çalgı çalmak, oda hizmeti gibi işlerde güzelce eğitilirlerdi. Saten, atlas ve sırmalı kumaşlardan elbiseler giyen bu oğlanların, haremağalarından daha başka ne gibi özel hizmetler öğrendiklerini tam olarak bilemiyoruz. Bu çocukların eğitim gördükleri yerlerden biri de, bugünkü Galatasaray Lisesi'nin bulunduğu binadır.
*
Seferlerde ele geçirilen çocukların "devşirme" yöntemi ile ordunun "yeniçeri" ocağında yetiştirildiği devirlerde de eşcinsel ilişkiler yoğunluk kazanmıştır. 16. yüzyılın sonlarına doğru iyice bozulan Yeniçeri teşkilatı, üçyüz yıllık varlığı boyunca türlü türlü rezaletlere sebep olmuştur.
Devşirme yönteminin kaldırılmasından sonra yeniçeri ocağına alınan oğlanların "köçek", "civelek", "peçeli" gibi orduyla, savaşla ilgisi olmayan birtakım sınıflara ayrıldığını görürüz. Reşat Ekrem Koçu, civeleklerin kıvrak, cazibeli, alımlı ve kabına sığmaz delikanlılardan seçildiğini söyler. Yeniçerilerin kışlalarından çıkıp bekâr odalarında yatmaya başladıkları devirlerde, "... civelekler de müstakbel yoldaşlık yakınlığıyla, namzedi olduğu ortamın pençeli bir kabadayısını kendisine hâmi bilerek, o haytanın koltuğuna sığınır ve onun odasında ve yanında yatarak adeta gönüllü uşağı olurdu. Bunlar, falan ağanın, filan çorbacının civeleği diye anılırlardı."
Alemdar Mustafa Paşa zamanında iyice çığrından çıkmış olan bu teşkilatın içine türlü düzenbazlıklarla girmiş bir sürü serseri ve başıbozuk ayak takımı türemişti. Paşa'nın sadaretinde, biri kahveci olmak üzere, üç yeniçeri Ahırkapı civarında sur üzerindeki bir kahvehaneye yerleşmişler.. Yine bir akşam oradan geçen yorgancı esnafından taze bir genci zorla çekip içeri almışlar. Sabaha kadar zorla bu gence rakı içirip oynatmışlar ve sonra da sırayla ırzına geçip sabah vakti, "var git selametle!" diye alay ederek genci kapı dışarı atmışlar.
Talihsiz delikanlı olayı babasına anlatmış, babası da sinir içinde oğlunu alıp sadrazama şikâyete gitmiş. Alemdar Mustafa Paşa olanları duyunca hemen gidip kahvehaneyi basmış ve yeniçerileri olay yerinde astırmış. Kahvehaneyi de olduğu gibi denize yuvarlatmış.
Meyhanelerde delikanlıları oynatıp eğlenmek, bir devrin en sık görülen olaylarından biriydi. "Köçek" adı verilen bu erkek oyuncular genellikle kadın elbisesi giyerek, seyredenleri çılgına çeviren cilvelerle dans ederlermiş.
Reşat Ekrem Koçu köçekleri bize şöyle anlatır:
"Genç ve yakışıklı delikanlılar meşkhanelerde (musiki öğretilen yerler) veya oyunlarıyla ün yapan köçeklerin yanında, uzun zaman çalışmak suretiyle yetişirlerdi. Raksın kendine göre birtakım usul ve kaideleri vardı: Kafa tutmalar, omuz titretmeler, bel kırmalar, topuk çarpmalar, tırnak üstünde uçar gibi koşmalar... Köçeklerin bazen şehvetengiz kadın elbiseleri giydikleri de olurdu. Raks, seyircileri çıldırtan bir temsildi: Müzikle gerilen sinirler, güler yüzlü, kadın kıyafetli, kadın edalı fahişelerin kışkırtıcı oyunlarından tahammülsüz bir hale gelirdi."
*
Eşcinsel ilişkilerin yaygınlığı, ister istemez konunun gölge oyunlarında sergilenmesine de yol açmıştır. Halk tiyatrosunun ünlü kahramanı Karagöz'ün Civan Nigar ile birlikte hamamda basılmasına ilişkin sahneler, Evliya Çelebi'nin bile dikkatini çekmiştir. "Seyahatname"de bu oyun şöyle ifade edilir:
"Nigar adındaki genç taze delikanlı, hamamda Karagöz ile birlikte çırılçıplak yakın ilişki halindedir. Civan Nigar'ın ününü bilen Gazi Boşnak, hamamı basar ve Karagöz'le Civan Nigar'ı suçüstü yakalar. Karagöz'ü çıplak bir halde, erkeklik organından iple bağlayarak dışarı çıkarır."
Eşcinsel ilişkiler Meddah hikâyelerinde de yer alır. Eski İstanbul kahvehanelerinde bu türden olanları sık sık anlatılırmış. Örneğin, 4. Murad devrinde geçtiği söylenen "Celal-Cemal" hikâyesindeki iki çelebinin bir ziyafette tanışarak birbirlerine âşık olmaları ve çevrelerindeki kişilerin onları birleştirmek için Boğaziçi'ndeki bir yalıyı bu işe hazırlamaları en sık anlatılan konudur. Zaim Ahmed Ağa'nın Rumelihisarı'ndaki yalısında bu iki çelebinin nasıl yalnız kalıp sabaha kadar birlikte oldukları konusu, dinleyicilerin en çok zevkle dinledikleri bir bölümmüş...(!)
Bir diğer meddah hikâyesi olan "Tanburi Bursavi"de de eşcinsellerin buluşma yeri olan bir berber dükkânında karşılaşan iki Ahmed Çelebi'nin aralarındaki cinsel ilişki anlatılmaktadır. Bu arada çelebilerden biri bir kadına meyledince, diğeri kıskançlığından onu bıçaklar.
*
Kadınlar arasındaki eşcinsel ilişkiler de Osmanlı toplumunda sık görülen bir durum. Örneğin, tarihte "Cariye Olayı" adıyla geçen 19. yüzyıla ait bu tür bir ilişki, İstanbul'un kibar aileleri arasında günlerce dedikodusu yapılan bir rezaletle sonuçlanmıştır.
Reşat Ekrem Koçu'dan öğrendiğimize göre, olay 1818'de geçmiştir. Kadınlardan biri, Rumeli Kazaskeri Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin kızı ve Mekke Kadısı Muradzade Mehmet Arif Efendi'nin eşi Lebibe Hanım; diğeri de, Reisülküttab Vasıf Efendi'nin kızı ve Müderris Lofçalı Bekir Efendi'nin eşi Zeliha Hanım'dır. Kadınların her ikisi de İstanbul'un kibar ulema ailelerinden gelmektedir. Ancak, bu iki kadının evlilik yaşamı mutsuzlukla geçmiştir.Daha sonra bu iki genç kadın, 1816'da Lebibe Hanım'ın yalısında tanışmışlar. Zaliha, kiracı olarak komşu gelmiş ve birbirlerini ilk görüşte sevmişler. Kocalarında bulamadıkları aşkı birbirlerinde bulmuşlar. Yalıları yan yana olduğu halde, dul Zaliha geceleri Lebibe'sinin yanında kalmaya başlamış. Çok nazik olan Arif Molla, geceleri komşu hanımın kendisine tercih edilmesini görmemezlikten geliyormuş.
Kadınlar bir süre bu ilişkiyi devam ettirmişler. Fakat, daha sonra kendilerine benzemeyen üçüncü bir kadına gerek duymuşlar. Mekkizade, esir pazarına gidip bir Gürcü kızı satın almış. R. Ekrem Koçu kızı şöyle tanımlamaktadır:
"Yüz güzelliği bir harikaydı. Uzun boylu, iri kemikli, büyük elli ve büyük ayaklıydı. Perde arkasından yalnız ellerini ve ayaklarını gösterse, kız değil, taze civan yetenekli bir kayıkçı sanılırdı."
"Sevici"yani lezbiyen denilen türden kadınlara sultanlar arasında da rastlanmaktadır. Örneğin, 1. Abdülhamid'in kızı küçük Esma Sultan, gerek sarayda gerekse mesirelerde kalfaları, ustaları ve cariyeleriyle birlikte olmaktan çok hoşlanırmış. 25 yaşında dul kalan ve çok zengin olan bu sultan, evlendirilmekten kaçınmış ve yaşamı boyunca vaktini gözüne kestirdiği cariyelerle geçirmiştir.
Sultan Mahmud, ablasının bu genç kız düşkünlüğünden bazen yakınırmış. Esma Sultan'a, "Ya abla, sen eğer erkek olsaydın ben ne yapardım!" diye takıldığı rivayet edilir. 2. Mahmud, baş ikbali olan Hüsnümelek Hanım'ı, bu huyundan yakındığı ablasının gözdeleri arasından seçmiştir. Esma Sultan, Hüsnümelek'i karşısına geçirip oynatmaktan pek hoşlanırmış. Sultan Mahmud bir keresinde bu güzel rakkaseyi ablasına türlü cilveler yaparak oynarken görünce beğenmiş. Esma Sultan da bu cariyesini kardeşine vermiş.
*
Anadolu'da eşcinsel ilişkilerin varlığını en çok dervişlerle ilgili açıklamalar arasında görüyoruz. Örneğin Mevlana, oğlu Sultan Veled'i Şems-i Tebrizi'ye mürid olarak verirken: "Oğlum ne esrar kullanır, ne de eşcinseldir." diyerek, diğerleri gibi olmadığını belirtmek zorunda kalmıştır.
Öte yandan, Bektaşiler arasında özellikle Babagân kolundan olan "Mücerretler" hiç evlenmezler ve kadınlarla ilişki kurmazlardı. Bunların kulaklarını deldirip küpe takmaları yüzünden, Anadolu'da "küpeli sınıfından" olanlar arasında eşcinsel ilişkilerin geçerli olduğu inancı yaygındı.
"Genç delikanlıların evlenme çağına gelmeden önce cinsel ilişki konusunda bilgi edinmeleri için özellikle ustalaşmış bir oğlancıdan sevişme sanatını öğrenmeleri gerektiği" inancı veya geleneği hakkında Güneydoğu Anadolu'da bazı yaklaşımların var olduğu söylenmektedir.
Dr. E. Sümer'e göre: "Geleneksel toplumda, köy ve azgelişmiş bölgelerde erkek çocuğa cesur, atılgan, erkekliğiyle gurur duyma öğretilirken, kız çocuk korkak, utangaç, çekingen yetiştirilir... Anneye bu kadar uzun süre yakın olan erkek çocuğun erkek kişiliğini kazanması kolay değildir. Üstelik, anne, erkek çocuğunu kendi eksikliğini tamamlayan bir parçası olarak görüp ondan ayrılmasını ve onun büyümesini bilinç dışında istemez... Kızlar ırza geçilme, erkekler ise homoseksüellik korkusu içinde yetiştirilirler."
*
Böylesine bir tablo içinde gelişmiş olan toplumun eşcinsellik üzerine ne gibi düşünceler besleyeceği ve gerçekte hangi denemelerden geçmiş olabileceğini araştırmak uzmanlara kalmıştır. Yüzyıllar öncesinden bu konudaki düşüncesini belirten Mevlana Celaleddin Rumi'ye bırakalım son sözü:
"Cinsiyet nedir? Bir çeşit bakış. Bununla, bir cinsten olanlar birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar. Tanrı birisine verdiği bakışı sana da verirse, sen de onun cinsi olursun. Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder. Kadına erkek huyu verdi mi, kadın kadını arar, sevici olur..."
Kaynak:
HALÛK AKÇAM
Ropörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan
Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl
Eşcinsellik
Bugün, dünyanın birçok ülkesinde "eşcinsellik" üzerine araştırmalar yapılmakta, bu konu enine boyuna tartışılmaktadır. Dünyanın her yerinde ve her zaman varlığını sürdürmüş olan ve hâlâ da sürdüren eşcinselliğin bizim tarihimizde hangi aşamalardan geçtiğini araştırdığımızda, atalarımızın dönem dönem bu konuyu bir ölçüde hoşgörüyle karşılayıp, güzel sanatlardan edebiyata kadar her alanda işlemiş olduklarını görmekteyiz. Günümüz toplumunda ise, aynı konu küfürler ve ciddiye alınmayan gençlik sorunları arasında bir yere sıkışmış kalmıştır. Ayrıca, Osmanlı dönemindeki eşcinsel ilişkiler üzerine, 60 yıllık Cumhuriyet tarihimizde ayrıntılı bir bilimsel incelemenin yayınlanmamış olduğunu da bu araştırmamız sırasında üzülerek tesbit ettik.
Sağlıklı bir toplumun - yalnız bedensel sağlığı yerinde insanlardan değil - aynı zamanda cinsel sorunlarını çözümlemiş bireylerden oluşacağı, cinsel sorunların çözümünün ise ancak bunları tarihi gelişimleri içinde kavramakla mümkün olacağı inancıyla, Osmanlı toplumundaki "cinsel yaşamda sapmalar" konusuna eğiliyor ve geçen bölümdeki"Harem" gezimizden sonra, dizimizin bu bölümünde eşcinsellik konusunda geçmişten yankılanan seslere kulak vermeye çalışıyoruz.
Aynı dönem Hıristiyan Avrupası ile kıyaslandığında, cinsel açıdan çok daha sağlıklı bir yapıya sahip olduğu izlenen bir toplumun bugününü anlamak için, geçmişi üzerine köklü araştırmalara gerek olduğu düşüncesindeyiz. Dördüncüsünü yayınladığımız araştırma dizisi ile, bu yolda küçük fakat önemli bir adım attığımıza inanıyoruz.
*
Dört ciltlik "Künh-ül Ahbar" adlı tarih kitabıyla ün yapmış Gelibolulu Mustafa Ali Bey, "Divân"ında 16. yüzyıldan şöyle sesleniyor bize:
"Zenne rağbet eder mi âkil olan,
Tab-ı Ali civâne maildir."
"Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Ali'nin yaradılışında delikanlı gence yöneliş vardır" diye kendisini örnek göstererek öğütler veren bu bilim adamına, 17. yüzyıldan Hıfzı'nın da şu ilginç deyişiyle eşlik etmesi bir cinsellik anlayışını bize yansıtmaktadır:
"Zenne meyl eylemeyen,
kaht-ı recûl olsa bile!"
"Hiç erkek kalmasa bile kadına gönül veremem!" Divan Edebiyatı'mızın sembolizmine ışık tutmak amacıyla, bir ozanımız da yüzyıllar öncesinden kadınlara karşı olan genel tutumu şöyle özetlemiş:
"Şairiz şeyn verir şanımıza,
Giremez fâhişe divânımıza."
Aralarına cinsel ilişkide kadın girince ününe leke sürülen bu ozanların kadınlara güvenemediklerini görüyoruz. Fatih'in hocası Akşemseddin'in oğlu Hamdullah Hamdi'nin:
"Er isen avrete inanma âhi,
Avret al etti enbiyaya dahi"
"Erkeksen kadına inanma arkadaş. Kadın, peygamberlere bile hile yaptı" şeklindeki bu deyişinin özünde de aynı şüphe vardır. Bu örnekleri çoğaltmak kolay, ama bir toplumda kadına karşı böylesine ters duyguların rağbet görmesini anlamak oldukça zordur.
15. yüzyılda, 2. Murad'ın emri üzerine Mercimek Ahmed'in Farsça'dan çevirdiği Keykâvus'un "Kâbusname"sinde kadınlar hakkında daha değişik açıklamalar vardır:
"... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın. Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam."
2. Murad önce bu anlatımdan bir sonuç çıkaramamış ve çevirinin kötü olduğuna karar verip İlyasoğlu Mercimek Ahmed'e metni çok dikkatli çevirmesini öğütlemiş. Sonuç yine aynı: Yazın kadınlara, kışın da oğlanlara meyledilecek. Çünkü, sıcak-soğuk sorunu var. Fakat, hamamların oldukça sıcak olmasına rağmen, oğlanlarla hamam sefası yapmaya bayılan şairlerimizin azıtıp azıtmadıkları pek belli olmuyor.
"Sen kaplucanın zevkine bak, var mı nazîre
Götgâh temaşasına gel sen, havz-ı kebîre."
diyerek coşan Haşmet'in çağrısına koşanlardan Enderunlu Fâzıl, gördüğünü şöyle anlatıyor:
"Ol şehin ru-tab iken gördüm beğendim bir yerin,
Mu-miyanından öte zanudan-ü pa'dan beri."
Parlak yüzlü gencin ince belinin arkasında, dizinden yukarıdaki kısmını beğenmiş olan Fâzıl'ın hamamda gördüğü bir başka olayı tasviri de şöyle:
"Ahmed ağa ki anın kameti bala (boyu uzun) amma,
Vericek vasla rıza (birleşmek isterken) geh uzanur geh kısalur."
Ahmet Ağa'nın hamamda ne yaptığını ayrıca açıklamaya gerek kalmamakta...
Eskilerin hamamla ilgili bir deyişi vardır: "Arife gecesi hamama gidilmez, yoksa Bedevi Topuna girersin!" M. Zeki Pakalın, "Osmanlı Tarih Deyimleri" adlı kitabında "Bedevi Topu"nu şöyle anlatır:
"Bedevi ayinleri yalın ayak, başı açık, belden kuşakla sıkılmış bir entariyle soyunuk yapılırdı. Zikrin en ateşli sıralarında birbirlerine sarılarak ortalığı sarsan bir heyecanla yaptıkları ayin için Bedevi Topu denir. Top haline geldiklerinde, birbirlerine arkadan ve belden sarılırlardı. Olgun çağlardaki dervişler, taze genç dervişlere sarılırlar, en güzel delikanlıları da topun ortasına geçirirlerdi. Mecâzi aşk adı altında, avami aşkın ilişki yoluna pervasızca saptıklarını söyleyenler vardır."
Hay-huy arasında zikredenlerin, tekkelerde "ayin yapıyoruz" bahanesiyle çırılçıplak soyunup birbirlerinin arkasına geçmelerinin, kuşkusuz ne dinle ne de imanla bir ilişkisi vardır.
*
Osmanlı padişahları, özellikle devletin genişleme devrinde, İran'a sefere gidişlerinde hep bir yenilik bularak dönmüşlerdir. Evliya Çelebi, "Seyahatname"sinin 1. cildinde, 4. Murad'ın İran seferinde Revan Kalesi'ni ele geçirirken, aynı zamanda ilerde kendisine oğlancılık konusunda büyük zevkler tattıracak bir Acem de bulmuş olduğunu yazmaktadır. Bu ünlü kale kumandanı, daha sonra Padişah'ın en gözde adamları arasında sayılan Emirgûneoğlu Yusuf Paşa adını alan bir eşcinseldir.
Padişah, bu adama olmadık bağışlarda bulunmuştur. Boğaziçi'ndeki şimdiki Emirgan semtine adını veren Emirgûneoğlu'nun, zamanında koruluk olan bu bölgede yaptırdığı konağında İstanbul'un en hararetli âlemleri düzenlenmiştir. 4. Murad yanına Musa Çelebi, Silahtar Mustafa Paşa gibi azılı eşcinselleri de alarak Emirgûneoğlu'nun konağında oğlanlarla birlikte sabaha kadar oturak âlemleri düzenlermiş. Evliya Çelebi, Emirgûneoğlu Yusuf Paşa'nın oğlancılık sanatında ender becerilere sahip bir adam olduğunu belirtmektedir.
Oğlanlardan söz ederken, saray teşkilatında önemli bir yeri olan "içoğlanı"nı da tanımak lazımdır. Yıldırım Bayezid zamanında, Padişah'a Hıristiyan oğlanlar bulup içki âlemleri düzenleyen Olivera Despina'nın devrinde, içoğlanı denilen bir sınıf türemiştir. Avrupa seferlerinde, savaşlarda ele geçirilen yabancı çocuklardan en güzelleri seçilerek padişahın "özel hizmeti" için hazırlanırdı. On sene haremağalarının denetiminde yetiştirilen bu oğlanlar, dikiş dikmek, yama yamamak, çalgı çalmak, oda hizmeti gibi işlerde güzelce eğitilirlerdi. Saten, atlas ve sırmalı kumaşlardan elbiseler giyen bu oğlanların, haremağalarından daha başka ne gibi özel hizmetler öğrendiklerini tam olarak bilemiyoruz. Bu çocukların eğitim gördükleri yerlerden biri de, bugünkü Galatasaray Lisesi'nin bulunduğu binadır.
*
Seferlerde ele geçirilen çocukların "devşirme" yöntemi ile ordunun "yeniçeri" ocağında yetiştirildiği devirlerde de eşcinsel ilişkiler yoğunluk kazanmıştır. 16. yüzyılın sonlarına doğru iyice bozulan Yeniçeri teşkilatı, üçyüz yıllık varlığı boyunca türlü türlü rezaletlere sebep olmuştur.
Devşirme yönteminin kaldırılmasından sonra yeniçeri ocağına alınan oğlanların "köçek", "civelek", "peçeli" gibi orduyla, savaşla ilgisi olmayan birtakım sınıflara ayrıldığını görürüz. Reşat Ekrem Koçu, civeleklerin kıvrak, cazibeli, alımlı ve kabına sığmaz delikanlılardan seçildiğini söyler. Yeniçerilerin kışlalarından çıkıp bekâr odalarında yatmaya başladıkları devirlerde, "... civelekler de müstakbel yoldaşlık yakınlığıyla, namzedi olduğu ortamın pençeli bir kabadayısını kendisine hâmi bilerek, o haytanın koltuğuna sığınır ve onun odasında ve yanında yatarak adeta gönüllü uşağı olurdu. Bunlar, falan ağanın, filan çorbacının civeleği diye anılırlardı."
Alemdar Mustafa Paşa zamanında iyice çığrından çıkmış olan bu teşkilatın içine türlü düzenbazlıklarla girmiş bir sürü serseri ve başıbozuk ayak takımı türemişti. Paşa'nın sadaretinde, biri kahveci olmak üzere, üç yeniçeri Ahırkapı civarında sur üzerindeki bir kahvehaneye yerleşmişler.. Yine bir akşam oradan geçen yorgancı esnafından taze bir genci zorla çekip içeri almışlar. Sabaha kadar zorla bu gence rakı içirip oynatmışlar ve sonra da sırayla ırzına geçip sabah vakti, "var git selametle!" diye alay ederek genci kapı dışarı atmışlar.
Talihsiz delikanlı olayı babasına anlatmış, babası da sinir içinde oğlunu alıp sadrazama şikâyete gitmiş. Alemdar Mustafa Paşa olanları duyunca hemen gidip kahvehaneyi basmış ve yeniçerileri olay yerinde astırmış. Kahvehaneyi de olduğu gibi denize yuvarlatmış.
Meyhanelerde delikanlıları oynatıp eğlenmek, bir devrin en sık görülen olaylarından biriydi. "Köçek" adı verilen bu erkek oyuncular genellikle kadın elbisesi giyerek, seyredenleri çılgına çeviren cilvelerle dans ederlermiş.
Reşat Ekrem Koçu köçekleri bize şöyle anlatır:
"Genç ve yakışıklı delikanlılar meşkhanelerde (musiki öğretilen yerler) veya oyunlarıyla ün yapan köçeklerin yanında, uzun zaman çalışmak suretiyle yetişirlerdi. Raksın kendine göre birtakım usul ve kaideleri vardı: Kafa tutmalar, omuz titretmeler, bel kırmalar, topuk çarpmalar, tırnak üstünde uçar gibi koşmalar... Köçeklerin bazen şehvetengiz kadın elbiseleri giydikleri de olurdu. Raks, seyircileri çıldırtan bir temsildi: Müzikle gerilen sinirler, güler yüzlü, kadın kıyafetli, kadın edalı fahişelerin kışkırtıcı oyunlarından tahammülsüz bir hale gelirdi."
*
Eşcinsel ilişkilerin yaygınlığı, ister istemez konunun gölge oyunlarında sergilenmesine de yol açmıştır. Halk tiyatrosunun ünlü kahramanı Karagöz'ün Civan Nigar ile birlikte hamamda basılmasına ilişkin sahneler, Evliya Çelebi'nin bile dikkatini çekmiştir. "Seyahatname"de bu oyun şöyle ifade edilir:
"Nigar adındaki genç taze delikanlı, hamamda Karagöz ile birlikte çırılçıplak yakın ilişki halindedir. Civan Nigar'ın ününü bilen Gazi Boşnak, hamamı basar ve Karagöz'le Civan Nigar'ı suçüstü yakalar. Karagöz'ü çıplak bir halde, erkeklik organından iple bağlayarak dışarı çıkarır."
Eşcinsel ilişkiler Meddah hikâyelerinde de yer alır. Eski İstanbul kahvehanelerinde bu türden olanları sık sık anlatılırmış. Örneğin, 4. Murad devrinde geçtiği söylenen "Celal-Cemal" hikâyesindeki iki çelebinin bir ziyafette tanışarak birbirlerine âşık olmaları ve çevrelerindeki kişilerin onları birleştirmek için Boğaziçi'ndeki bir yalıyı bu işe hazırlamaları en sık anlatılan konudur. Zaim Ahmed Ağa'nın Rumelihisarı'ndaki yalısında bu iki çelebinin nasıl yalnız kalıp sabaha kadar birlikte oldukları konusu, dinleyicilerin en çok zevkle dinledikleri bir bölümmüş...(!)
Bir diğer meddah hikâyesi olan "Tanburi Bursavi"de de eşcinsellerin buluşma yeri olan bir berber dükkânında karşılaşan iki Ahmed Çelebi'nin aralarındaki cinsel ilişki anlatılmaktadır. Bu arada çelebilerden biri bir kadına meyledince, diğeri kıskançlığından onu bıçaklar.
*
Kadınlar arasındaki eşcinsel ilişkiler de Osmanlı toplumunda sık görülen bir durum. Örneğin, tarihte "Cariye Olayı" adıyla geçen 19. yüzyıla ait bu tür bir ilişki, İstanbul'un kibar aileleri arasında günlerce dedikodusu yapılan bir rezaletle sonuçlanmıştır.
Reşat Ekrem Koçu'dan öğrendiğimize göre, olay 1818'de geçmiştir. Kadınlardan biri, Rumeli Kazaskeri Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin kızı ve Mekke Kadısı Muradzade Mehmet Arif Efendi'nin eşi Lebibe Hanım; diğeri de, Reisülküttab Vasıf Efendi'nin kızı ve Müderris Lofçalı Bekir Efendi'nin eşi Zeliha Hanım'dır. Kadınların her ikisi de İstanbul'un kibar ulema ailelerinden gelmektedir. Ancak, bu iki kadının evlilik yaşamı mutsuzlukla geçmiştir.Daha sonra bu iki genç kadın, 1816'da Lebibe Hanım'ın yalısında tanışmışlar. Zaliha, kiracı olarak komşu gelmiş ve birbirlerini ilk görüşte sevmişler. Kocalarında bulamadıkları aşkı birbirlerinde bulmuşlar. Yalıları yan yana olduğu halde, dul Zaliha geceleri Lebibe'sinin yanında kalmaya başlamış. Çok nazik olan Arif Molla, geceleri komşu hanımın kendisine tercih edilmesini görmemezlikten geliyormuş.
Kadınlar bir süre bu ilişkiyi devam ettirmişler. Fakat, daha sonra kendilerine benzemeyen üçüncü bir kadına gerek duymuşlar. Mekkizade, esir pazarına gidip bir Gürcü kızı satın almış. R. Ekrem Koçu kızı şöyle tanımlamaktadır:
"Yüz güzelliği bir harikaydı. Uzun boylu, iri kemikli, büyük elli ve büyük ayaklıydı. Perde arkasından yalnız ellerini ve ayaklarını gösterse, kız değil, taze civan yetenekli bir kayıkçı sanılırdı."
"Sevici"yani lezbiyen denilen türden kadınlara sultanlar arasında da rastlanmaktadır. Örneğin, 1. Abdülhamid'in kızı küçük Esma Sultan, gerek sarayda gerekse mesirelerde kalfaları, ustaları ve cariyeleriyle birlikte olmaktan çok hoşlanırmış. 25 yaşında dul kalan ve çok zengin olan bu sultan, evlendirilmekten kaçınmış ve yaşamı boyunca vaktini gözüne kestirdiği cariyelerle geçirmiştir.
Sultan Mahmud, ablasının bu genç kız düşkünlüğünden bazen yakınırmış. Esma Sultan'a, "Ya abla, sen eğer erkek olsaydın ben ne yapardım!" diye takıldığı rivayet edilir. 2. Mahmud, baş ikbali olan Hüsnümelek Hanım'ı, bu huyundan yakındığı ablasının gözdeleri arasından seçmiştir. Esma Sultan, Hüsnümelek'i karşısına geçirip oynatmaktan pek hoşlanırmış. Sultan Mahmud bir keresinde bu güzel rakkaseyi ablasına türlü cilveler yaparak oynarken görünce beğenmiş. Esma Sultan da bu cariyesini kardeşine vermiş.
*
Anadolu'da eşcinsel ilişkilerin varlığını en çok dervişlerle ilgili açıklamalar arasında görüyoruz. Örneğin Mevlana, oğlu Sultan Veled'i Şems-i Tebrizi'ye mürid olarak verirken: "Oğlum ne esrar kullanır, ne de eşcinseldir." diyerek, diğerleri gibi olmadığını belirtmek zorunda kalmıştır.
Öte yandan, Bektaşiler arasında özellikle Babagân kolundan olan "Mücerretler" hiç evlenmezler ve kadınlarla ilişki kurmazlardı. Bunların kulaklarını deldirip küpe takmaları yüzünden, Anadolu'da "küpeli sınıfından" olanlar arasında eşcinsel ilişkilerin geçerli olduğu inancı yaygındı.
"Genç delikanlıların evlenme çağına gelmeden önce cinsel ilişki konusunda bilgi edinmeleri için özellikle ustalaşmış bir oğlancıdan sevişme sanatını öğrenmeleri gerektiği" inancı veya geleneği hakkında Güneydoğu Anadolu'da bazı yaklaşımların var olduğu söylenmektedir.
Dr. E. Sümer'e göre: "Geleneksel toplumda, köy ve azgelişmiş bölgelerde erkek çocuğa cesur, atılgan, erkekliğiyle gurur duyma öğretilirken, kız çocuk korkak, utangaç, çekingen yetiştirilir... Anneye bu kadar uzun süre yakın olan erkek çocuğun erkek kişiliğini kazanması kolay değildir. Üstelik, anne, erkek çocuğunu kendi eksikliğini tamamlayan bir parçası olarak görüp ondan ayrılmasını ve onun büyümesini bilinç dışında istemez... Kızlar ırza geçilme, erkekler ise homoseksüellik korkusu içinde yetiştirilirler."
*
Böylesine bir tablo içinde gelişmiş olan toplumun eşcinsellik üzerine ne gibi düşünceler besleyeceği ve gerçekte hangi denemelerden geçmiş olabileceğini araştırmak uzmanlara kalmıştır. Yüzyıllar öncesinden bu konudaki düşüncesini belirten Mevlana Celaleddin Rumi'ye bırakalım son sözü:
"Cinsiyet nedir? Bir çeşit bakış. Bununla, bir cinsten olanlar birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar. Tanrı birisine verdiği bakışı sana da verirse, sen de onun cinsi olursun. Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder. Kadına erkek huyu verdi mi, kadın kadını arar, sevici olur..."
Kaynak:
HALÛK AKÇAM
Ropörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan
Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl
Comments
Post a Comment