Bölüm 5
Eskiden Hoşgörü Vardı
*
Kanuni'nin ölümüne kadar, Osmanlı Devleti daima en büyük ve en güçlü olmanın zevkini yaşamıştır. Bu duygu, o dönemlerde imparatorluk içinde yaşayan en basit köylüde bile yerleşmişti. Kurulu düzen iyi çalışıyordu, bolluk getiriyordu. Avrupa'da Haçlı Seferleri'nin perişan ettiği yoksul halk engizisyon mahkemelerinin elinde kıvranırken, Osmanlı Devleti dine dayalı bir yönetimle halkın yaşamını düzenliyordu.
17. yüzyılın başına kadar devlet düzeni gayet iyi çalıştı. Sürekli savaşılıyor, toprak kazanılıyor, ganimet toplanıyor ve zenginlik artıyordu. Tarım ekonomisiyle askeri teşkilatı birlikte götüren "tımar" sistemi bozulana kadar her şey iyi gitti.
*
Osmanlı toplumunda, sarayda yaşayanlar ile "şehirliler" ve "köylüler" üç farklı yapı oluşturmuştu. İlk 300 yıl boyunca bu farklılık kuşaktan kuşağa kendisini korudu. Bu arada, cinsel alanda her kesim kendi yapısına göre şekillendi. Sarayın cinsellik açısından en çok dikkati çeken bölümü kuşkusuz Harem'di.
Mimar Cengiz Bektaş'ın Topkapı Sarayı'na ait planlar üzerinde bize verdiği bilgiye göre, padişahın gönül eğlencesi için yaptırıldığı zannedilen Harem dairesinin aslında çok ince bir hesaba dayandığı ortaya çıkıyor:
"Harem dairesinin bölünüşüne dikkat edilirse, sultanın bulunduğu yerle cariyeler kısmı arasında Valide Sultan'ın odaları yer almaktadır. Bunun sebebi de, Valide Sultanın haberi olmaksızın padişahın herhangi bir cariye ile ilişki kurmasını önlemekti. Halbuki biz zannederiz ki, vur patlasın çal oynasın, padişah dilediğini yapıyor... Haremi yanlış yorumluyoruz.
Bir mimar olarak bu planı gördükten sonra, sultanın istediği cariyeyle ilişki kuramayacağını anlıyorsunuz. Yıllarca Topkapı Sarayı'nda incelemeler yapmış olan Mualla Eyüboğlu'nun düşüncesine göre, Harem bir çeşit okuldu. Burada cariyeler yetiştiriliyor ve vezire veya Anadolu'ya tayin edilen valilere eş olarak veriliyordu. Böylece saraya bağlı olarak bir çeşit 'entelijans' servisi kurulmuştu. Dolayısıyla, her zaman her şeyden haberdar olunmaktaydı."
Sarayda yaşayanlar sayıca daha az, ama cinsel olay açısından daha hareketli bir ortam içinde bulunuyordu. 2. Selim'e kadar olan ilk dönem için, cinsel bunalımdan söz etmek bile yanlış olur. Şehirli sınıfı, örnek olarak kendine saray düzenini seçmişti. Köylerde ise, eski Türk geleneğinin dıştan etkilenmeksizin devam ettiği söylenebilir.
Şehirliler, hareketli siyasi yaşamın başarılarından etkilenmiş ve getirilen kölelerle köşkler ve konaklarda kalabalık bir aile düzeni kurmuşlardı. Bu ortamda yetişen bir delikanlı, ilk cinsel deneyimini "odalık" sayesinde kazanarak evliliğe hazırlanırdı.
Kendi mesleğiyle ilgili olarak, sayın C. Bektaş'dan eski Türk evlerinde bulunan bazı ilginç özellikleri sorduğumuzda da şu bilgileri aldık:
"Türk evinin en belirgin özelliği, yatak odasına açılan kapının yapılış biçimindedir. Kapı açıldığında, odanın içini görmek mümkün değildir. Önce ya bir aralıktan veya dolabın içinden geçersiniz, ya da kapı faresî, yani ters açılır. Sebebi de, odanın içinde herhangi bir haldeyken, eğer çocuk içeri girerse birden içerisini görmesin diyedir. Erkeğin entari giymesi de bundandır, birden toparlanması için.
Türk evlerinin bir başka özelliği de, yatak odasında seki altı denilen kısımda bir dolap içinde bulunan 'yunmalık'tır. Buna bazı yerlerde 'gasilhane'de denir. İçerisi çinko kaplıdır ve oturacak bir tabureyle birlikte temiz su dolu bir kova bulunur burada daima. Bu iki gelenek Osmanlı yaşama biçimine aittir."
*
17. yüzyılın başlarında görülen büyük çaptaki ayaklanmaların temelinde, köylünün mal ve can tehlikesi içinde olması vardır. Köylerden kaçanların büyük bir kısmı şehirlere göç etti. Böylece, şehirli sınıfla köylü bir arada yaşamak zorunda kaldı.
Şehirlerde nüfusun artmasına ve beslenme sorunlarına sebebiyet veren köylüler, en kötü şartlarda yaşıyorlar ve toplumun en alt düzeyindeki işlerde çalışıyorlardı. Bu dönemde, kent yaşamı yeni bir sorunla daha karşılaştı. Gittikçe yaygınlaşan fuhuştu bu...
*
Osmanlı toplumunda "bekârlar"ın cinsel yaşam üzerindeki etkileri de bu dönemde ortaya çıkar. Köylerden şehirlere, özellikle İstanbul'a, "taşı toprağı altındır" diye gelen işsiz güçsüz köylülere bu ad verilmiştir. Bazıları yanlarına oğullarını da alarak şehre göç eder ve bir iş bulma ümidiyle şehirde başıboş gezinirlerdi.
Bunlar şehrin her yerinde yerleşebilme imkânından yoksundular. Kendileri için ayrılmış "bekâr hanları" ve "bekâr odaları"nda yatıp kalkarlardı. Onsekizinci yüzyıla kadar şehrin güvenlik teşkilatının kontrolünde tutulan bu yerler, daha sonraları her türlü kepazeliğin yuvası haline gelmişti.
Devşirme kanunu kaldırıldığında, İstanbul'daki bekârların hemen hemen hepsi Yeniçeri Ocağı'na girdi. Şehrin ayak takımı olarak bilinen bu eşkiya ruhlu insanlar, fuhuş ve eşcinsel ilişkinin yayılmasında çok etkili olmuştur.
Ahmet Rasim, "Baskın" adlı makalesinde şöyle diyor:
"Yeniçeriliğin son yıllarında, bu asker ocağı bir haşarat haline gelmiş ve kayıkçı, mavnacı, hammal gibi berâk uşakları yeniçeri yazılıp, Bahçekapı iskelesi ve civarını türlü fuhuş ve rezaletin sokaklara taşdığı bir semt haline getirmişlerdi.
Kayıkhaneler ve kahvehanelerin üzerinde bekar odaları bulunurdu. Buraya 'Melek Girmez Sokağı' denmişti. Veba salgını çıkınca buralara baskın yapıldı ve kapatıldı."
*
Devrin tarihçileri, şehir hayatına yerleşen fuhşun evler dışında her yere yayıldığını anlatırlar:
"İstanbul surlarının harabelerinin içindeki inler, kovuklar, cami ve mescid avlularındaki ayak yolları, sahiplerinin para karşılığı göz yumması sonucu bostanlar ve çiçek bahçeleri, kayıklar, sandallar, duvarsız mezarlıklar çeşitli fuhuş yerleri haline gelmiştir.
Ayrıca türlü suçlardan hapse giren gençler sübyan ve çocuk olmadığı için, verildikleri koğuşlarda ağır cezalara mahkum olmuş müthiş adamların pençesinden kendilerini kurtaramamış, iffetlerini muhafaza edememişlerdir."
Şehir mahallelerinde halkın huzurunu bozan bu ayak takımının sebep olduğu gizli fuhuş olaylarını önlemek için pratik bir yöntem geçerliydi. Mahalle halkı, kendi namusunu korumakla vazifeli sayılmıştı. Mahalle içinde olup bitene dikkat edilir ve şüpheli görülenlerin evi subaşı ile mahalle imamının ardında bir alay insan ile bir gece vakti basılırdı. Devlet, baskınları her zaman desteklemiştir. Baskınlarda yakalanan kadınlara verilen ceza, şehir dışına sürülmekti.
*
Şehirlerde fuhşun artmasına sebep olan nüfus patlaması, işsizlik ve köyden gelen bekârlar ordusuyla başa çıkmanın en kestirme yolunu devlet otoritesinde arayanların çabaları da var bu arada.
17. yüzyılın ortasında, Osmanlı ülkesinde bir tek gerçek vardı. Bunca yıllık imparatorluk, en güçlü devlet olabilmeyi kendi geleneklerine bağlı kalmakla başarmıştı. Öyleyse, eski gücüne kavuşması için eski kurumların işleyişini sağlamak yeterli olacaktı. 4. Murad'ın reformist hareketleri bu arayışın en başarılı örneğidir o devirde. Danışmanı Koçi Bey'in öğütleri, "geleneksel Osmanlı kurumlarının üstünlüğü" ilkesine dayanmaktaydı.
Halkın gözünde bir "deli" olan Sultan İbrahim zamanında, saraydan ümidini kesenler çoğunluktaydı. Babasının devrinde İstanbul'dan tekrar kırsal kesime kaçan köylü göçmenler, şehirde edindikleri uyumsuzlukları da beraberlerinde taşımışlardı. Bu arada, Anadolu halkının cinsel yaşamında büyük bunalımlar yaratan Celali İsyanları tekrardan ortaya çıkmıştı.
*
Anadolu'da halk bir yandan açlık ve eşkiya baskınıyla çılgına dönerken, devletin mecbur tuttuğu vergiyi ödemekte de kusur etmiyordu. İşte bu vergilerle, İstanbul'un en gözde yeri olan Kağıthane'de yeni bir eğlence akımı başladı.
3. Ahmed'in sevgili sadrazamı Damat İbrahim Paşa, Sadabad Kasrı'nı yaptırarak Lale Devri denilen çağı başlattı. Kasrın yapımında, Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Paris'ten getirdiği Fontainebleau Sarayı resimleri model olarak kullanılmıştır.
Bütün bu savurganlık ve zenginlik gösterisi yalnız İstanbul'da, padişah ve çevresindeki yönetici sınıfın kapıldığı bir hastalık gibiydi. Ama, kültür açısından İstanbul'u ihya etti bu hastalık. Mimarinin en zevkli ve ince sanat eserleri, edebiyatın en lirik eserleri bu devre aittir denebilir. Birçok yabancı eser de tercüme edildi. Özellikle Fransa'nın toplum yapısını tanımak için Mehmet Çelebi gönderildi. İstanbul'da ilk matbaa kuruldu.
Lale devrinin kaymağını yiyenler, yaz geceleri çırağan gösterilerinde, kış geceleri de helva toplantılarında diz dize göz göze oturup masumane edebi sohbetlerle vakit geçirmiyorlardı herhalde. :) Nedim, bir şiirinde şöyle der:
"Helvalara söz yok hepsi nazik ü şirin.
Hoş cümlesi ammaki efendim lebi dilber!"
"Helvalar iyi güzel de, amma yok mu o dilberin dudağı." İşte, aklı kalmış Nedim'in bir kış gecesi o meclisde tattığında. Zengin sınıftaki bu genel davranış değişikliği, alt sınıflarda da artan kahvehane ve meyhane sayısıyla kendini belli etmekteydi.
*
Lale devri ile birlikte, Osmanlılarda batıya yöneliş başlamıştır. Matbaanın gelişiyle basılan kitaplar bu akımı hızlandırdı. Bundan sonraki iki yüzyıl boyunca, Osmanlılar batı dünyasından getirdikleri teknik uzmanlar ve Avrupalı danışmanlardan medet umma yolunu seçtiler. Sonuçta da koca imparatorluk yıkıldı...
3. Selim'in "Yeni Düzen"i (Nizâm-ı Cedîd), bu doğrultuda atılmış ilk büyük adım niteliğindedir. Askerlere verilmiş evlenme izninin kaldırılması ve kışlalarda yaşama mecburiyetinin konulması sonunda bir ölçüde disiplin sağlanmıştı. Kırsal bölgelerden kaçan köylüler şehirlerden atıldı ve geriye sürüldü. Bunların yatıp kalktıkları hanlar, meyhaneler ve kahvehaneler kapatıldı. Bunların sebep olduğu cinsel olaylar da kendileriyle birlikte taşraya aktarıldı.
3. Selim'in reformları, şehir hayatına bir ölçüde huzur getirmiştir. Onun devrinde fuhşun birden azalması buna bir örnek sayılır. Fransa'da o sırada beliren ihtilalin yandaşları, 3. Selim'in desteğini kazanmayı başardılar. Kahvehanelerde Türkçe ve Fransızca broşürler dağıttılar. İnsan haklarından, özgürlük, eşitlik ve kardeşlikten bahsettiler. İstanbul halkında bu yeni ortaya çıkan garip (!) fikirler önce reddedildi. Kimse benimsemedi.
Avrupa'dan gelen bu yeni laik düşüncelerin Osmanlı toplumu için zararlı olduğunu düşünen din adamları, yeniçerilerle birleşip yeni bir isyan başlattılar. Tarihe Kabakçı Mustafa adıyla geçen bir yeniçeri yamağının ardından koşturan binlerce eski düzen yanlısı, padişahı tahttan indirdi.
Anadolu'da bu dönemlere ait sosyal ilişkileri, halk edebiyatında yer alan ozanlar anlatmaktadır. Mesela, Köroğlu olarak bilinen 16. yüzyılda yaşamış bir Celâlî reisi vardır. Devlete ve onun beylerine başkaldırmıştır. Halk geleneğinde Köroğlu, bir özlemi dile getirir. Zalimleri cezalandıran, fakirleri koruyan, eşitlik ve adalet düzeni kurmayı deneyen ideal bir kahraman olarak efsaneleşmiştir:
"Benden selam olsun Bolu Beyi'ne,
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır.
Ok gıcırtısından kalkan sesinden,
Dağlar gümbür gümbür seslenmelidir.
Kırat köpüğünden düşman kanından,
Çizme dolup şalvar ıslanmalıdır."
Köroğlu'nda yansıyan zulüm ve haksızlığa başkaldırış, Aşık Kerem ile Aslı'nın hikayesinde din ayrılığının getirdiği zorlamaya karşı olur. Ermeni keşişin kızı Kara Sultan (Aslı) ile Isfahan şahlarından birinin oğlu Ahmet Mirza (Kerem) üzerine kurulu bir aşk hikayesi olan bu örnek de cinsel alandaki din ve gelenek baskısını en lirik bir biçimde anlatır:
"Aldı Aslı:
İşte kırdım putum ile haçımı
Yedi yılda duydum senin acını
Şimdi nuş eyledim Hak din ilacını
Aman Kerem, beni rüsvay eyleme.
Aldı Kerem:
Yedi yıldır ne getürdün başıma
Genç yaşımda ağu katdın aşıma
Sâil oldum düştüm senin peşine
Zalim, seni nice rüsvay etmeyim."
Bugün, yine Anadolu'nun bağrından kopup gelen taşralı delikanlının şehir hayatına uyum göstermeye çalışırken, "arabesk" denilen bir müzik türüne öncülük etmesinde bu âşık edebiyatının ne kadar etkisi olmuştur orası bilinmiyor...
*
Osmanlı İmparatorluğu, II. Mahmud ile bir dizi reformları denemişti. Bazı yazarlara göre, bu bir "uyanış"tı. Aslında, padişah tebaasını değiştirmek istemiştir. Ancak, Türk-İslam kültüründen birdenbire Batı-Hıristiyan kültürüne geçiş zorlaması, halkı sudan çıkmış balığa çevirdi
Tanzimat, Türk geleneğinden ne alınabileceğini, neye ihtiyaç duyulduğunu düşünmeden, herhangi bir ayırım yapmadan, yüzeysel olarak Avrupa uygarlığının dış görüntülerini kopya etmişti. Bunun yanı sıra, Osmanlı düzeninin geleneksel kurumlarını ortadan kaldırmadan, laik bir sistemi araya sokarak tehlikeli bir ikilik yapmıştı. Bu da, idareci sınıfla halk arasındaki uçurumu daha da derinleştirmişti.
Ziya Gökalp'e göre, Osmanlı medeniyeti ile Batı medeniyeti uzlaşamazdı. Ama, Türk kültürü ile Batı uygarlığını birlikte yaşatmak mümkündü. Daha sonra, Cumhuriyet devrinde bu görüş önem kazanmıştır.
*
Batı kültürüyle ilgili olarak, Osmanlı toplumundaki cinsellik anlayışı üzerine sayın Halid Refiğ ile yaptığımız sohbette, kendisi düşüncelerini şöyle dile getirdi:
"Geçmiş ve bugünkü cinsel yaşayışımıza ait bilgiler, aydın katında genel bir yanılgı üzerine kuruludur. Aydın takımı, Avrupa'yı ilim-irfan kaynağı olarak görür ve onları yanılmaz kabul eder. Bizim her şeyimizin de yanlış ve kötü olduğunu zanneder.
Osmanlılarda İslam kültürü, Batı Hıristiyanlığı'na göre zaten daha hoşgörülü ve doğal. Zaten, doğu-batı farkında doğunun üstünlüğü bu. Nehirler etrafında kurulmuş doğu kültürleri, insanla tabiat arasında bir uyumu gösterir. Batıya bakarsak, batının hayatı yağmaya, alışverişe dayanır. Her taraf taş, ziraat denen birşey yok.
Eşcinselliğin olmadığı toplum yoktur. Her toplumun kendine göre manyakları, sapıkları vardır. Ama, biz bir Marquis de Sade yetiştirmedik! Genel anlamda, Osmanlı toplumu cinsel bakımdan sapık, hasta değildir. Aksine, Osmanlılar kendi dünyası içinde cinsel bakımdan diğer toplumlardan daha olgun ve hoşgörüye sahiptir."
O. M. Öztürk, 1969 yılında Anadolu toplumuyla ilgili şu kanıya yer vermiştir:
"Anadolu toplumunda penise ve erkekliğe aşırı değer kazandıran toplumsal etkenler, bir yandan erkekliğe ilişkin eğilimleri şiddetlendirir, diğer yanda erkekliğe ilişkin bilinçaltı korkuları, örneğin penise zarar geleceği korkularını uyarır." Öztürk'le birlikte aynı Nöro-Psikiyatri kongresinde bulunan E. Sümer'e göre de: "Kızlar ırza geçirilme, erkek ise homoseksüellik korkusu içinde yetiştirilir."
Aysel Ekşi, "günümüz gençlerinin cinsel yaşantısı" ile ilgili kitabında şu sonucu veriyor:
"Toplumun kadına karşı tutumu, kadının bilinçaltı davranışını ve onun kendi çocuk yetiştirme şeklini etkilemiş olur. Bazen cinselliği tümüyle reddeder bir tutum içine girer. Erkeklerin fiziksel yaklaşımını büyük bir tehdit olarak algılayan, cinsel bakımdan olgunlaşmamış kızlar ortaya çıkmaktadır. Kızlarımızın büyük çoğunluğunun bu konudaki sorunu ise, karşı cinsle arkadaşlığında kendisi için 'doğru'nun ne olduğunu bulabilmek konusunda yoğunlaşmaktadır."
–––oOo–––
Kaynak:
HALÛK AKÇAM
Ropörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan
Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl
Comments
Post a Comment