Osmanlılarda Cinsellik-Bölüm 1



Bölüm 1

"Sultan Osman'ın erkekliğinin pınarının musluk borusu..."

"... Erkeğin her bir çeşidine özlem içinde olan saray kadınları, zenci harem ağalarıyla yatıp kalkıyorlardı. İçinde yirmi bin yabancı soylu kadının, bini aşkın zencinin, beş binden fazla Sırp, Arnavut soylu bostancı ve içoğlanın hüküm sürdüğü bu büyük genelev, kendine özgü dünyasında yine de her zamanki gibi pırıl pırıldı. İçki, saz ve söz alemlerinin tek nedeni, cinsel içgüdülerini kamçılamak, elde edilecek zevki sonsuza ulaştırmaktı. Günah ise halk içindi..."

Topkapı Sarayındaki yaşamla ilgili A. Kemal Meram'ın bu kısa tanımlaması belli bir döneme, Lâle Devri'ne ait. Bugün cinselliğe bakışımızın, cinselliği yaşayış tarzımızın kökleri araştırıldığında, insan ister istemez Lâle Devri'ne, hatta çok daha gerilere uzanmak zorunda kalmaktadır...

"Geçmişi bilmeden bugünü anlamak ve geleceği düzenlemek mümkün değildir" ilkesinden yola çıkarak, hazırlanılan yazı dizimizde amacımız tarihimizin bir dönemini yargılamak değil, fakat bugünümüzü etkilediği tartışma götürmez bir geçmişi, bölüm bölüm, adım adım inceleyerek günümüze ışık tutmaya çalışmak. Yazı dizimizin bu sayımızdaki ilk bölümünde, içine girdikçe karmaşası fark edilen konular arasında genel bir gezinti yapmayı uygun gördük. daha sonraki bölümlerde ise, Osmanlılarda cinsel yaşama damgasını vuran kurum, töre ve yaşama biçimlerini teker teker ele alarak anlamaya, araştırmaya,anlatmaya çalışacağız.

* * *

Anadolu, 11. yüzyı­lın ilk yarısında, Doğudan gelen uzun saçlı, atlı okçuların akınlarıyla tanımıştır Türk­leri ilk kez. Daha sonra, 1071'de Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Bizans ordusunu bir Ağustos gününde kötü bir bozguna uğratmasıyla Türkleşmeye başlayan Anadolu, yaklaşık 950 yıldan beri Türk-İslam kültürü içinde yoğrulmuştur. Anadolu, Türkle­rin ilk gelmeye başladığı dönemde az nüfuslu bir ülkeydi. Ayrıca, Türk öncesi Anadolu kültürünün yeni gelenler üze­rinde belirgin bir etkisi olduğu iddiası, başta Claude Cahen olmak üzere bir­çok tarih bilimcisi tarafından reddedilen bir iddiadır.

13. yüzyılın bitiminde, Bizans İmparatorluğu'nun güneydoğu sını­rında küçük bir beylik olarak kendini gösteren ilk Osmanlıların da Türk Oğuzların Kayı boyundan oldukları kesinleşmiştir. Ancak, 1453 baharında Konstantinopolis'i genç yaşta ele geçiren Fatih Sultan Mehmed Han'a kadar Osmanlı hükümdarları sürekli olarak yabancı toplumlardan kız alma alışkan­lığında olduklarından ve bu durumun 20. yüzyıla kadar devam etmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetici sınıfın Türklükle ilişkisinin zayıfladığı ileri sürülebilir. Bu bakım­dan, Osmanlı dönemi Türk toplumu­nun saraylılarla arasındaki kültürel kopukluğunun cinsel alanda da kendini göstermiş olması doğaldır.

Osmanlılardan günümüze cinselli­ğin gelişimi üzerine bir inceleme yap­manın sanıldığı kadar kolay bir çalışma olmadığını araştırmalarımız boyunca gördüğümüzü de belirtmek isteriz. İmparatorluk devrine ait politik ve sos­yal olaylarla ilgili bir çok tarihsel belge­nin gün ışığına çıkarılmış ve kültürel etkisi olan sayısız yapıtın incelenmiş olmasına rağmen özellikle cinsellik konusunda geçmişimizi aydınlatacak ayrıntılı bir araştırmaya belirli alan­larda ve sayısı onu geçmeyen yapıt dışında rastlanmayışı ilginçtir. Öte yandan, toplum sağlığı konusunda ülkemizde uzmanlaşmış bilim adamlarımızın bu konuyla ilgili görüşlerini okuyucuları­mıza yansıtmak istediğimizde, aldığı­mız yanıtların ne denli düşündürücü olduğunu yazı serisi içinde görebilirsiniz.

*

2. Osman olarak tarihe geçen Genç Osman öldürüldüğünde, Evliya Çelebi henüz yeniyetme bir çocuk sayı­lırdı. Yazdığı ünlü "Seyahatname"sinin bir bölümünde bu olayı bütün ayrıntılarıyla anlatmaktan kaçınmamış­tır: Yeniçerilerle arası iyi gitmeyen padi­şah, sonunda bu kuruluşu ortadan kaldırmayı planlar. Ama, saray içinde aynı görüşte olmayanlar çoğunluktadır ve sonuç olarak bir ayaklanma olur ve 1. Mustafa'yı (tarihçiler hem deli hem de kısır olduğunu söylerler) başa geçirirler. Vâlide Sultan'ın uyarısıyla göreve getiri­len cebecibaşı ve subaşı kethüdası beraberinde, diğer yüksek rütbeliler bir alay asiyle birlikte 2. Osman'ı bir gece yarısı Yedikule zindanlarında bütün direnme­sine rağmen boğup, kafasını koparırlar. Ancak, daha önce padişahın zorla ırzına geçmeyi de unutmazlar.

İşte bu olayı bütün ayrıntısıyla anla­tan Evliya Çelebi'ye çok içerleyen ünlü Osmanlı devri tarihçilerinden Necib Asım Bey, orijinal yazmayı 1896'da ilk defa yayımlayan kurul içinde görevliy­ken, metnin cinsellikle ilgili bölümünü içeren bir sayfayı büyük bir soğukkanlılıkla yırtıp yok etmiş ve ardından da gerekçe olarak şöyle söylemiştir:

"Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara göster­mek doğru olmadığı için yırttım!"

Kuşkusuz, 2. Osman'ı cezalandır­mak için ırzına geçmenin de gerekli olduğuna karar verenler anlık bir öfkeye kapılmışlardı.

Ancak, geçmişte ırza geçme olayla­rının hepsinde de anlık bir öfkenin neden olduğunu söyleyemeyiz. Örne­ğin, Bektaşi tarikatından olan 19. yüzyıl ozanımız Edib Harâbî bir nefesinde(Nefes, dini temellere bağlı âşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bektaşi âşıklarınca yazılanlarına denir), oğlanlara olan aşkını dile getirirken, eğer eline birisi düşerse onu hep birlikte ne yapacaklarını divanında belirtmeden geçememiştir. Şöyle demektedir:

"Bektâşiyiz yâhû etmeyiz inkâr.

Şânımız söylenir dillerde her bâr.

Bizlere bir mahbûb olursa şikâr,

Kırk kişiyle ânı hemân s...riz."

İsmet Zeki Eyuboğlu, "Divan Şii­rinde Sapık Sevgi" adlı yapıtında, hece vezniyle yazılmış bu şiirin açıklama gerektirmediğini, ozanın söylemek istediğinin besbelli olduğunu eklemektedir. Ardından, divan şiirinde "sâkî" ve "mahbûb" gibi kavramların aslında ozanların tutuldukları oğlanları dile getirmek için kullanılan üstü kapalı deyimler olduğunu vurguluyor. Ancak, ünlü psikiyatri profesörümüz Sn. G. Koptagel'e göre divan şiirinde "oğlancılık" diye bir kavram yoktur. Cer­rahpaşa Hastanesi'nde kendisiyle yaptı­ğımız görüşmenin bir bölümünde, bize divan şiirinin tümüyle sembolik oldu­ğunu ve ozanların ince bir üslupla insan değerlerini nasıl işlediklerinin özüne varılması gerektiğini anımsatması üze­rine, aklımıza hemen Nedim'in ünlü bir şarkısı geliyor:

"İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden,

Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden.

Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan,

Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde."

Günümüz Türkçesine olduğu gibi çevirirsek: "Anne(n)den cuma nama­zına (gideceğiz) diye izin alıp zalim felek­ten bir gün çalalım. Issız yollardan iskeleye doğru dolaşıp, yürü uzun boylu sevgilim Sadabad'e gidelim." Kadınlar cuma namazına gitmediklerine göre, Nedim'in annesinden izin alıp cuma namazına götürüyorum diye ıssız yol­larda kaybolmaya heveslendiği uzun boylu genç sevgilisi, kimi ya da neyi sembolize etmekteydi acaba...

Bugün Anadolu'dan gelen minibüs şoförü aracının ön kıs­mını "caka işleri" yapan bir başka hemşerisine süsletirken, görünür bir yere iliştirdiği "bu kahrolası dünyayı senin için çekiyorum" yazısı ile, sürekli dinlediği arabesk müziğin sarhoş eden "ölürsem kabrime gelme" feryadında özlenen, bir kadın imajıdır kuşkusuz.

Ancak, 18. yüzyılda üç yıl saltanat sürmüş olan 3. Osman ne musikiden hoşlanırmış ne de kadınlardan.. Çağatay Uluçay, "Padişah Kadınları ve Kızları" adlı yapıtında, padişah oldu­ğunda yaşı 55'e ulaşmış olan 3. Osman'ın yaşamının yarım yüzyılını rutubetli, loş harem odalarında tembellikle geçir­miş olduğunu belirtir.

Padişah olduğu zaman, haremde bulunan ne kadar hânende(şarkıcı), sâzende(müzisyen) ve rakkâse(dansçı) varsa hepsini kovup atmış. Üstelik, haremde kadınlar ve cariyelerle karşılaşmamak için altına büyük kaba­ralar çakılmış yüksek takunyalar ve ayakkabılar giyermış. Haremde dolaş­tığı zaman, kadınlar ve cariyeler sesini duyunca onunla karşılaşmamak için çil yavrusu gibi dağılıp her biri bir tarafa savuşurmuş.

İstanbul'da dolaşmaya çıktığı hafta­nın üç gününde kadınların sokağa çık­malarını ve evlerinde bile olsa süslenmelerini yasak etmiş. Topkapı Kitaplığı yazmalarından Velâdetname-i Hibetullah Sultan Varak No. 2'de ken­disinden şöyle söz edilir:

"... mağfur cennet-mekân Sultan Osman hazretlerinin lüle-i serçeşme-i recüliyetleri isale-i selsâl-i tenasül etmede hûşkîde ve âtıl... ve lemyettehizu veleden sırrına vâsıl olmağla zükür ve inastan mahrum olmağla..." (Allah günahlarını affetsin, yeri cennet olsun, saygıdeğer Sultan Osman'ın erkekliğinin pınarının musluk borusu (yani: penisi), üreme suyu akıtmakta kuru ve tembeldi. Böy­lece çocuksuz ölmekle erkek ve kız çocuktan yoksun kalmıştır.)

Bu arada, bazı padişahların da kadın­larını öldürttükleri görülmektedir. Ama, bazı Avrupalı yazarların belirttikleri gibi toptan öldürme olaylarına dair eli­mizde yeterli kanıtlar yoktur, diyor yazar Çağatay Uluçay. Örneğin 3. Murad ölünce, ondan hamile kalan yüzlerce cariyenin çuvallara konup bostancıbaşı ile kızlarağası tarafından ağızlarına birer taş bağlanıp Sarayburnu açıkla­rında sandallardan denize atıldığını iddia ederlermiş. Halbuki bizim kaynaklar yalnız yedi cariyenin çuvallara tıkılıp denize fırlatıldığını yazıyormuş. Yine iddia ederlermiş ki, Sultan İbra­him bir kriz anında (kendisinin ruh hastası olduğunu bütün tarihçiler kabul etmektedir), eğlenmek ve neşe­sini bulmak için haremdeki bütün kadınların öldürülmesini emret­miş. Kadınları denize atarak boğmuş­lar. Halbuki, Sultan İbrahim hiçbir zaman böyle bir işe kalkışmamıştır, deniyor. Tersine, kadınlara çok düşkün bir padişah imiş.

Sultan İbrahim padişah olduğu zaman 25 yaşındaydı. Çocukken, ağa­beyi 4. Murad'ın üç kardeşini öldürme­sinden sonra sıra kendisinin boğdurul­masına geldiğinde, annesi Valide Kösem Sultan'ın girişimiyle canını kurtarmış ve sürekli hapiste yaşamaya mahkûm edilmişti. Bu durum, sonuç olarak Sultan İbrahim'in çıldırmasına yol açmıştı.

Tahta oturduğu zaman, Osmanlı hanedanında Deli Mustafa'dan başka erkek çocuk yokmuş. (Mustafa'nın deli olduğunu tarihçiler belirtiyor.) Hanedanı yaşatmak için başta annesi Kösem Sultan olmak üzere, devletin ileri gelen­leri kendisine güzel cariyeler bulmak için seferber olmuşlar. İbrahim de dev­let işlerini annesi ve diğer kadınlara bıra­karak kendini, hanedanı yaşatma görevine adamış.

Hasekiler ve gözde cariyeler devlet işleriyle meşgul olup 4. Murad'ın kur­duğu düzeni çorbaya çevirirlerken, İbrahim sekiz yıllık saltanatı boyunca aklına gelen her türlü rezaleti yapmış.

Sultan İbrahim cinsel isteklerini alevlendirmek için yatak odasının etra­fına aynalar koyar ve bunlara bakarak cinsel ilişkide bulunurmuş. Her Cuma günü annesi ya da bir başka saray görev­lisi tarafından kendisine genç bir bakire sunulur, İbrahim de bununla birlikte kendisine anlatılan yeni bir ilişki biçi­mini uygulayarak değişiklik yaparmış. En çok zevk aldığı eğlencelerden biri de bütün kadınlarını soyup onları kısrağa benzetmesiymiş. Kendisini bu durumda bir aygır olarak ilan edip üzerlerine saldırırmış.

*

Özellikle Fatih Sultan Mehmed'e kadarki dev­rede, belirli bir harem düzeninden söz etmek mümkün değildir. İstanbul'a yerleşildikten sonra, Saray ile birlikte Harem de dikkati çekmektedir.

Haremin içinde bir ordu gibi çoğunluğu oluşturanlar daima cariye­lerdi. Bunlar padişahın kölesi sayılırlar ve mal olarak değerlendirilirlerdi. İlk zamanlarda, cariyeler savaşlarda elde edilen ganimet arasında saraya getirildiler. İmparatorluğun genişleme devrinde çok esir alındığı için, bunların sadece güzelleri hareme seçilir, diğerleri satılırdı. Bu arada, Çerkez, Gürcü ve Rus kölelere öncelik tanınırdı. Kafkasyalı kızlar, Osmanlı Beyliği'nin kuruluşundan beri padişahlar tarafından beğenilir olmuş­tu. Duraklama ve gerileme devrinde savaş ganimetleri yetersiz olmaya başla­yınca, cariye bulmakta da güçlük çekilir oldu. Cariyeler ayrıca devlet adamları­nın padişaha armağanları arasında da gelirdi. Diğer yandan, Gümrük Emini tarafından satın alınan seçme köleler de bir başka kaynaktı.

Esir pazarları hakkında, 15. yüzyılda yaşamış Osmanlı tarihçisi Âşık Paşazâde'nin anlattıkları ilginçtir: Bursa'da ve Edirne'de çok büyük Esirhaneler ve esir pazarları varmış. Her savaştan sonra, sefer dönüşü Osmanlı orduları en güzel kızları ve kadınları toplayıp buraya getirir, satarlarmış. Yazarın da katılmış olduğu 2. Murad'ın Macar seferinde o kadar çok Macar kızı esir alınmış ki, en güzeli bile 300 akçeden fazla etmez olmuş. 2. Murad'ın Belgrad seferinde ise, esir alınan kızların değeri daha da düşmüş ve bir cariye bir çizmeyle değiştirilir hale gelmiş. 2. Murad, Âşık Paşazâde'ye de dokuz cariye ver­miş. Paşa bunları 200-300 akçeye zor satabilmiş.

İstanbul'daki en işlek esir pazarı Kapalıçarşı'nın hemen dışında, Nur-u Osmaniye'den Çemberlitaş'a giden yol üstündeki tek katlı, ortası avlulu bir hanmış. Fakat, Kapalıçarşı içinde de insan ticareti yapılırmış. Yabancı yazarların anlattıklarını uydurma say­maya çalışsak bile, tarihçi ve şair Latîfî'nin "Risale-i Evsâf-ı İstanbul" adlı yapıtında, 16. yüzyılda Bedesten'de gör­müş olduğu esir satışını nasıl anlattığını belirtmeden geçemeyiz:

"Sıfat-ı Bezzezistân-ı Dilsitânda, Yusuf ruhsar ve Azra'izâr gılman ve hûran, her biri nazir-i hûrî-ü-perî nihal âzâdeleri mânend-i serv-âzad iken, iktizâ-i takdirden kul olup, hüsn-ü bahâ ile mezad olunurlar ve ol semen 'izâr ve dür-i seminler, vakt-i semende ol hüsn-ü bahâ ile kıymet ve bahâ bulurlar."

"Bedesten denilen o güzelim yerde, güzel yüzlü tüysüz delikanlılarla el değ­memiş güzel kızların herbiri serbestçe büyüyen servi fidanı gibi güzeller iken, yazgıları gereği kul olup iyi değerle satışa çıkarlar, tüm yasemin yanaklı ve değerli inciye benzeyenler iyi para verildiğinde de satılırlar" diye olayı ballandırarak aktardıktan sonra parasızlığından yakınıp o güzel oğlanlarla kızlardan ala­madığını söyler.

*

Esir pazarlarından alınıp kullanıldıktan sonra yeniden satılan güzel cariyelerin bu sürekli el değiştiri­şi bir tür fuhuş anlamını taşımaktadır. Esir pazarından güzel seçmek, ancak belirli bir gelir düzeyinde olanlar için mümkün bir durumdur. Olanakları daha kısıtlı erkekler için de "çamaşırcı" kadınların bu boşluğu doldurduğunu görürüz. 16. yüzyılda çıkarılan bir fermanda, "bekâr çamaşırı yıkayan avratların dükkânla­rına gelen kimi leventleri uygunsuz kadınlarla buluşturdukları bilindiğin­den, bekâr çamaşırı yıkamaları kesin­likle yasaklanmıştır", denmektedir.

3. Murad zamanında esir ticaretinin fuhşa hizmet eden kurumlaşma biçi­mini aldığını söyler Refik Ahmed Sevengil. Erkek müşteriler için bu pazarlardan günümüz deyimiyle "sermaye" toplamaya alışmış bazı kadınlar, seçip beğendikleri birkaç güzel kızı satın alıp uygun yerlerde tut­tukları evlerde gelenlere pazarlarlarmış. Bu tür kadınlardan biri, 2. Abdülhamid devrinde İstanbul'un en ünlü genelevini işleten Bahrî adındaki hayat kadınıdır. O devirde genelevlere "koltuk" denilirmiş.

Eski İstanbul'da gizli fuhşun önüne geçmek için "mahalle namusu" denilen bir kavramdan yararlanılmak­taydı. Mahalle içinde kuşku duyulan evler, başta mahalle imamı ve subaşı olmak üzere, halk tarafından toplanan bir kalabalığın baskınına uğrardı. Önce kapıda avaz avaza bağıran halk, sonunda içeri zorla girip zinâ halinde olanları yaka paça dışarı atarmış. Bunlar hakkında verilen ceza da genel­likle İstanbul dışına sürülmek olmuş­tur. Ölüm cezası ancak "Müslüman bir kadınla gayri müslim bir adam" arasın­daki zinâ durumunda uygulanırdı.

Benzeri bir olay, 17. yüzyılda Aksaray'da Murat Paşa Camii bitişi­ğindeki bir evde olmuştur. Yeniçeri emeklilerinden Hasan Ağa'nın Gülnûş adındaki karısı, kocasının yokluğundan yararlanıp, ipekçilikle uğraşan orta yaşlı bir Yahudi ile sevişmeye baş­lamış. Üç-beş derken, mahallenin tepesi atınca, bir gün ansızın bunlara baskın yapmışlar ve Yahudiyle emeklinin karı­sını zinâ halinde yakalamışlar. Her iki­sini de ayrı ayrı eşeklere ters olarak bindirip Rumeli Kazaskeri Ahmet Efendi'ye götürmüşler. Baskını yapan halk hep bir ağızdan "bu günahkârları kılıç kında iken yakaladık" diye yemin edince, Kazasker Yahudinin öldürül­mesine ve kadının da "recm" edilmesine karar vermiş. Kara Mustafa Paşa da devrin hükümdarına durumu bildi­rince, 1. Mahmud "bunu ben de göreyim" demiş ve herkesin önünde, bir Cuma günü öğle namazından önce kadını Atmeydanı'na getirip recmetmişler, yani taşa tutup öldürmüşler..

Fuhuşla ilgili olarak, 2. Selim dev­rinde kadınlar için şöyle bir ferman çıkarılmıştır:

"Yolsuzluk eden kadınlar cezalan­dırılacaktır. Mahallelerde edepsizlik eden kadınlar çıkarılacaktır. Yolsuz kadınlarla (metinde - hapis olunan fahi­şeler - diye geçiyor) evlenmek isteyenler, nikahtan sonra İstanbul'u terk edecekler ve dışarıya gideceklerdir. Eğer gitmezlerse, aldıkları kadınla birlikte hapsolunacaklardır."

Tarihte sarhoşluğuyla ün yapmış olan 2. Selim, bu fermanı saltanatının ilk yılında yazdırmıştır. 42 yaşında tahta çıkıp, 60'ında hamamda sarhoş bir halde cariye kovalarken ayağı kayıp kafasını çarparak ölen bu padişah, genç­liğinde Manisa'da rastladığı bir Yahudi kızına tutularak saltanatında da bütün devlet idaresini bu Nurbanû Sultan adını verdiği kadına bırakmıştır. Osmanlı tarihçileri, Nurbanû Sultan zamanında devlet işlerine bir sürü Yahudinin karıştığını vurgularlar.

2. Selim'in fahişeleri İstanbul'dan uzaklaştırmak istemesine rağmen, Nurbanû'dan olma oğlu 3. Murad, saraydaki kadınlarla yetinmeyecek kadar cinselliğe düşkün bir padişahmış. Arasıra, hekimbaşının yaptığı özel kuv­vet macunlarını atıştırıp sokağa çıkar ve sokakta bulduğu gözüne hoş gelen bir kızı ya da evli kadını koynuna alırmış. Çağatay Uluçay'a göre, 3. Murad öldüğünde haremindeki yüzlerce cari­yeyi saraydan çıkarıp satmışlar, kadınefendileri de uygun birisini bulup evlendirmişler. Yüz kadar çocuğunun içindeki kızların da birilerine verilmiş olması ihtimal dahilindedir

Evlilik konusunda padişahların bazı tutumları ilginçtir. Özellikle Kösem Sultan zamanında çocuk yaşta evlendi­rilen sultanlardan Gevher Sultan 3, Beyhan Sultan 2, Ayşe Sultan 7, Fatma Sultan 5 yaşında nikâhlanmıştır. Bu örnekleri daha uzatmak müm­kün. Üstelik bu çocuklar devrin önde gelen ve azılı paşalarıyla evlendirilmişlerdir. 17. yüzyılda başlayan bu garip durum, 2. Mahmud zamanına kadar sürdürülmüştür. 1. Ahmed'in kızı Fatma Sultan ise ilk defa 13 yaşında evlenmiş ve bunu onbir evlilikle devam ettirerek sultanlar tarihinde bir rekor kırmıştır. Melek Ahmet Paşa ile olan evliliği ise pek ilginçtir. Kayıtlara bakı­lırsa bu paşa onuncu kocasıdır ve önceleri aşırı şişmanlığından dolayı "malak" olan lakabı sonra rütbesinin artmasıyla birlikte "melek" olmuştur. Evlendikle­rinde Fatma Sultan ellili yaşlardaymış. İkisi de yaşlı olduğundan devamlı kavga ederlermiş, Fatma Sultan Paşa'ya sürekli "bunak çenesiz" diye bağırırmış. Son kocası Kozbekçi Yusuf Paşa ile evlendiğinde 62 yaşındaymış.

*

Harem yaşamının en çok sözü edilen tiplerinden biri de "hadım­"lardır. Çağatay Uluçay, "Harem" adlı yapıtında üç tür hadım olduğunu söyler:

"Hayaları ve erkeklik organı kesilen­ler, yalnız erkeklik organı kesilenler, yal­nız hayaları çıkarılanlar."

Ancak, hadımların cinsel ilişkide bulunmalarına pek bir engel olmuyor­muş bu durumları. 2. Ahmed padişah olur olmaz, bu ilişkiye bir son vermek için "haremağaları"nın akşamdan sonra hareme girmele­rini yasaklamış. Bu duruma canı sıkılan cariyelerle haremağaları da kendi arala­rında işbirliği yapıp bir yol bulmuşlar:

Akşam olunca cariyeler "Koca gördük!" diye bağıracaklar, bunu duyan haremağaları da bahçeye koşup sevdikleri cariyelerle buluşacaklarmış.

Yine bir akşam, cariyeler "Koca gördük" yaygarasını basmışlar, haremağaları da yalın kılıç bahçeye koşmuşlar. O sırada bir bostancıyı ağaç üstünde bulup sille tokat aşağı almışlar ve Darüssaade ağasının yanına götürerek, cariyeleri her zaman rahatsız eden bos­tancının bu  kişi olduğunu söylemişler. Bunun üzerine bostancılarla haremağa­ları birbirlerine girince, 2. Ahmed araya girip bostancıyı öldürterek olayı kapatmış.

Topkapı Sarayı arşivinde bulunan yazmaların birinde şöyle bir yakın­madan söz edilmektedir:

"Ben de şehadet ederim ki bu kara kâfirlerin (zenci haremağaları) hıyanet­leri o derecedir ki, herbiri birer ikişer cariyeye âşık olurlar ve her ne kazanır­larsa onlara sarf ediyorlar, fırsat bul­dukça da görüşüp sevişiyorlar. Eğer denirse ki bunlar hadım edilmiştir, bun­larda şehvet yoktur, kadınla muhabbet edemezler; bu melunlar güzel oğlanlara da âşık olup kendilerine yakın ederler ve bu kafirlerin o derece şehvetleri vardır ki, murdar vücutları hep şehvet olmuştur. Herbiri ikişer üçer cariye alıp odalarına saklarlar ve birbirinden son derece kıska­nırlar, cariyelerime bakmışsın diye birbirleriyle kavga dahi ederler."

*

Kadınlar arası cinsel ilişki­lerde de en yaygın yerlerden birisi kuşkusuz hamamlardır. Kadınlar toplu olarak hamama gider ve birbirlerini yıkarlarmış. Ancak, hamamdaki bu içli dışlılık sonucu, kadınlar arasında birbi­rini başka gözle görenler çıkarmış. Bir­birlerini yıkayıp masaj yaparlarken, sıcağın ve çıplaklığın azdırdığı şehvet duygularıyla ortaya çıkan istekler sonunda lezbiyenlik ilişkileri doğarmış. Bu tür kadınlar, gözden uzak olmak ama­cıyla kendi mahalleleri dışındaki hamamlara giderek, güzel bir kızı bul­duklarında ona yaklaşmanın yollarını ararlar ve sonunda isteklerini uygun bir durumda ortaya koyarlarmış.

Lezbiyen ilişkilerde önemli bir yeri olan "çengi"lerin, zengin hanımefendile­rin haremdeki durgunluklarına çeşni kattıkları ve cilveli edalarıyla soyunur­larken çoğunun kucağında sevişmeyle sanatlarını ortaya koydukları bilinen bir husustur. Çengi denilen bu kadın oyuncu­lar gibi, "Köçek" adını alan erkek oyuncular da kadın elbisesi giyip kıvırtarak dans ederlerken seyircileri çılgına çevirirlermiş.

Hamamlar konusunda erkeklerin de kadınlar kadar eşcinsel eğilimli olduklarını görmekteyiz. Evliya Çelebi Bursa kaplıcalarını anlatırken, "saldır­gan suratlı, nalın giymiş natırlar ve bun­ların sevgilisi olan tellaklar vardır... Sonbahar zamanı âşıklar daha çok olup, hele Aralık ayı sonunda kaplıcaları çıra­larla aydınlatarak herkes sevgilisiyle havuza girer, kimi tavus kimi de kevser taklası atıp suya dalarlar, her gün eğlence düzenlerler." demektedir. Ozanlar da hamam anılarını şiirlerinde ölümsüzleştirmişlerdir. Örneğin, Haşmet Divanı'ndaki şu beyit ilginçtir:

"Sen kaplucanın zevkine bak, var mı nazîre,

Götgâh temaşasına gel sen havzu kebîre."

Benzeri özellikte bazı erkeklere Yeniçeri Ocağı'nda da rastlamak mümkündür. Devşirme kanunu kaldı­rıldıktan sonra, yeniçeri adayları ara­sında "Civelek" adı verilen bir tür için genellikle kız gibi genç ve güzel olan erkekler seçilirmiş. M. Zeki Pakalın "Osmanlı Tarih Deyimleri" adlı yapıtında bu oğlanlar için şöyle diyor:

"Civelekler nadiren sokağa çıkar­lardı. Genç ve güzel oldukları için münasebetsiz bazı adamların tecavü­züne uğramamaları için yüzlerini bir saçak peçe ile örterlerdi. Ancak, gözleri peçenin arasından pırıl pırıl parladığından, belki de bu hal daha çok dikkati çekerdi."

Anadolu'da çok daha değişik bir olayda, eskiden beri gelen gölge oyunu­muz Karagöz'de, cinsellik kavramının rahatlıkla işlenmiş olması ilgi çekici bır husustur. Yerli kaynakların bu konuda susmuş olduğunu belirten Metin And, "Gölge Oyunu" adlı yapıtında, Türkiye'ye eskiden gelmiş birçok yabancının gör­dükleri Karagöz oyunlarında açık-saçık sahnelerin yer aldığını anlattıklarını be­lirtiyor. Kadınların ve çocukların da iz­lediği bu oyunlarda, yeri geldiğinde sertleşmiş penisiyle Karagöz'ün perdede görünmesini yadırgayan bir yabancı, oraya iki kız çocuğuyla gelmiş yaşlı bir Türk'e, böyle utanması olmayan sahneleri niye çocuklara izlettirdiğini sorunca şu yanıtı almış: "Öğrensinler, ergeç bunları tanıyacaklar, onları bilgisizlik içinde bırakmaktansa öğretmek daha iyidir."

13. yüzyılda Konya'da yaşayan ünlü İslam şairi Mevlâna Celaleddin tarafından yazılmış olan "Mesnevi"nin Türk kültürü üzerindeki etkisi tartışılmaya­cak kadar büyüktür. Bu ünlü yapıtın 5. cildindeki bir öyküyle insan nefsinin şehvetle nasıl azgınlaşarak kendisini ölüme sürüklediğini belirtirken verdiği örnek ilginçtir. Eşekle ilişkide bulunan halayık ve bunu gören ev sahibi kadının aynı şeyi yapayım derken bir hata yüzünden ölmesini anlatan öykünün içindeki "açık-saçık" tanımlamalar, günümüz toplumunda bazılarına göre "müstehcen" niteliği taşıyacak kadar "açık" bulunmaktadır. 

*

Kaynak:
HALÛK AKÇAM

Ropörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan


Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl

Comments